HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler | Tarihe Göre: Önceki Makale | Sonraki Makale | Makale Listesi |


Halksız Cumhuriyet ve Demokrasi

Batı'da teokrasi ve totaliter rejimlerin değişmesi ve bunların yerini demokratik cumhuriyetlerin alması başta burjuvazi olmak üzere -şehirlere göçen köylüler (toprak işçileri) de dahil olmak üzere- halkın büyük ölçüde katılımı, talebi ve desteği ile gerçekleşmiştir. Öncü aydınlar ile burjuvazi arasında kopukluk yoktur, ortak değerler, düşünceler ve talepler vardır. Değişime karşı olanlar ise kilise, krallık ve toprak ağalarıdır (feodallerdir).
Bizdeki, 1923 ve sonrasındaki köklü siyasi ve sosyal değişim, bir avuç denebilecek seçkinci tarafından, konjonktürden yararlanarak ve arkalarına silahlı güçleri de alarak gerçekleştirilmiştir.
Halk ve orta sınıf desteği yoktur. Aydınların da önemli bir kısmı susturulmuş, bastırılmış, idam edilmiş, sürülmüştür. Geri kalanları zaten halka yabancılaşmış, halkı hor gören, ıslaha, güdülmeye muhtaç bulan seçkincilerdir.
Batı'daki kiliseye karşı bizde ulema vardır. Bunların değişim karşısındaki tavırlarına bakalım.
Pek azı padişahlığı destekliyor, ama önemli tenkit ve şikayetleri de var, mutlakıyet yerine danışmaya ve denetime tabi bir devlet başkanlığı istiyorlar. Ulemanın asıl üzerinde durdukları, kırmızı çizgi olarak kabul ettikleri şey "dinin toplum ve devlet içindeki yeri" ile ilgilidir. Çok büyük çoğunluğu ile halk ve onlarla bütünleşmiş bulunan ulema, "dinin alanının özel hayata indirildiği, dinin toplum hayatından uzaklaştırıldığı" bir laik sisteme karşı çıkıyorlar. Bunların derdi, babadan oğula geçen, sorgusuz süalsiz bir saltanatın desteklenmesi ve savunulması değil, ferdin ve toplumun hayatında dinin ve milli hasletlerin korunmasıdır.
Bir avuç saltanat savunucusu istisna edilirse muhafazakârlar milli mücadeleye canu gönülden katıldılar, birinci meclisi desteklediler, yöneticilerin seçimle iş başına gelmesine karşı çıkmadılar; bu manada cumhuriyet ve demokrasi için halka karşı mücadele vermek gerekmiyordu. Ama sıra dine gelince ulaması, halkı ve birçok okumuş yazmışı ile milletimiz, dinin toplum hayatından çekilmesi için alınan tedbirlere, yapılan değişikliklere karşı çıkıyorlar ve bu yüzden baskıya maruz kalıyorlardı. Bugün anlaşılan ve uygulanan manada laik demokrasi, "halka rağmen, halk için" anlayışı ile işte böyle gerçekleşti.
Parti kapatmalar, idam sehpaları, zindanlar ve jandarma dipçiği tehdidi ile sindirilmiş halk gittikçe daha derin bir sessizliğe büründü, ama olup biteni bütünüyle asla benimsemedi, gününü bekledi ve 1940'lı yıllara gelindi. Yine daha çok dışarıdan ve biraz da içeriden gelen itmelerle -halka güvenmeyen ve gerçek manada demokrasiyi istemeyen seçkincilere rağmen- çok partili demokrasiye geçildi. Demokrat Parti'yi büyük çoğunlukla iktidara getiren iradeyi iyi tahlil etmek ve anlamak gerekiyordu, ama aydın geçinen seçkinciler işin bu yanına hiç eğilmediler, hep suçladılar, daima değnekle güdüm teklif ettiler, demokrasiye geçişi "karşı devrim" diye damgaladılar.
Demokrat Parti iktidarı yıllarında rejim ve din konularında halkın talebi neydi?
Ciddiye alınabilecek bir fert veya guruptan saltanatın geri gelmesi, cumhuriyet ve demokrasiye son verilmesi asla istenmedi. İstenen biraz daha özgülük, hukuki ve sosyal adalet, din eğitimi, öğretimi ve hayatı alanlarındaki çekilemez hale gelmiş kısıtlamaların ve baskıların kaldırılması.
DP ne yaptı?
Padişahlığı geri getirmeye, cumhuriyet rejimini değiştirmeye mi kalkıştı?
Hayır.
Yaptığı halkın yukarıda sıralanan masum taleplerine kısmen cevap vermekten ibaret.
Birçok alanda siyasi ve iktisadi imtiyazları bulunan seçkinciler derhal (on yıl sonra) "rejim elden gidiyor, irtica hortluyor" diye harekete geçtiler, baştan beri arkalarında olan askeri tahrik ederek darbe yaptırdılar ve -sözüm ona- demokrasi için demokrasiyi idam ettiler, bunu da halka rağmen, halkı sindirerek yaptılar. Askerin yaptığı halkın seçtiği iktidarı, halkın istemediği bir zümreye devretmek ve yine halkın katılmadığı bir anayasa yaparak -tekrar gelmek üzere- kışlasına çekilmek oldu.
Anayasanın bilmem şu kadar oyla kabul edilmesi, belayı bir an önce defetme ve şerrin ehvenini tercih etme zorunluluğundan kaynaklanmıştır.

Tevfik Fikret, "Kanun diye kanun diye kanun tepelendi" diyor. Bizde de demokarsi, laiklik, rejim diye diye bunlar tepeleniyor. Eğer bir ülkenin hangi rejimle ve nasıl yönetileceğine o ülkenin halkı değil de bir şahıs, bir aile (hanedan), bir gurup karar verecekse o ülkenin rejimine cumhuriyet, hele de demokrasi denemez; orada ya monarşi ya aristokrasi veya oligarşi... vardır. Bizde ilk temelli rejim değişikliğinde halka sorulmadığı gibi daha sonraki müdahalelerde de asla halkın görüşü alınmamış, hatta yapılanar, açıkça halka rağmen yapılmıştır. Evet her müdahalede, her anayasal organ karar ve tasarrufunda halk böye istiyor, millet adına, milletin anayasa ile verdiği yetkiye dayanarak" gibi ifadeler kullanılır, ama bunları söyleyen ve kullananlar da bilir ki, halka güvenilmemekte, halkın kendisi için yararlı olanı bileceği kabul edilememekte, onlar için iyi olanı, bir avuç kendini beğenmiş (kerameti kendinden menkul) insan belirlemektedir.
Bir iki örnek üzerinden yürüyelim:
Halkın büyük çoğunluğu, yapılan kamu oyu araştırmalarında, üniversitelerde başı açık ve kapalı olarak okumaya taraftar olduklarını açıklamışlardır. Ama bunu sağlamak için meclisin çıkarmaya mecbur kaldığı kanu anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiş, problem (bazılarının ısrarla çözüldü demelerine rağmen) kilitlenmiştir. Millet çoğunluğu bir tarafta, anaysa mahkemesinin hakimlerinin -tamamı da değil- bir kısmı bir tarafta, sonunda milletin değil, birkaç hakimin dediği oluyor; bu mudur demokrasi?!
Halk İmam hatip okullaraını istemiş, büyük maddi fedakarlıklarda bulunuş, devlet okulları açmış, mezunlarının hem meslek adamı olmalarına hem de isterlerse ve eşit şartlarda imtihanları da kazanırlarsa diledikleri yüksek öğrenimi yapmalarına karar vermiş, bu karar yıllarca uygulanmış, sonra "anayasal bir kurum" olarak MGK bu okulların sınırlanmasını, mezunlarının bir kısım haklarının ellerinden alınmasını istemiş, halk aksini istediği halde onların dediği olmuş, bir başka anayasal kurum olan YÖK de bu hak gaspına katılmış, desteklemişi, akıl vermiş, çözüm karşısında direnmiş. Meclis problemi çözmek için kanun çıkarmış, bir başka anayasal kurum olan cumhurbaşkanlığı kanunu veto etmiş, arkasında da anayasa mahkemesi var, sırasını bekliyor. Sonuçta haşkın değil, yine birkaç kişinin dediği oluyor; bu mudur demokrasi!?
Evet, anayasa'nın 6. maddesi egemenliğin "kayıtsız şartsız millete ait" olduğunu belirttikten sonra, "Türk milleti egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır" demektedir. Ama bu, devlet yönetiminin Arap saçına dönderilmesi, çok başlılığın iktidarı parçalaması anlamına gelmez. Söylemek istediklerimi iyi bir hukukçu olan sayın MUstafa Erdoğan dostum şöyle ifade etmiş:
"Her şeyden önce, Anayasa'nın söz konusu hükmü parlamentonun politik takdir yetkisini başkalarıyla paylaşması gerektiği anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle, Anayasa'nın tesis ettiği başka "yetkili organlar" TBMM'nin eşitleri değildir. Her anayasal organın anayasal yetkileri belirlenmiştir, ama şüphesiz bu yetkilerin hepsi aynı düzeyde değildir. Esasen, bir anayasal düzende birden fazla yetkili organın bulunması bunların hepsinin aynı düzeyde veya eşit yetkili oldukları anlamına gelmez. Anayasa Mahkemesi, evet, kanunu iptal edebilir, ama bu onun yasama yetkisinin ortağı olduğunu göstermez. Çünkü Mahkeme'nin yetkisi kanunu hukuka uygunluk bakımından denetlemektir, onun içerdiği politik tercihi geçersiz kılmak suretiyle kamu siyasetini belirlemek değil. Denebilir ki, yargı da "Türk milleti adına" karar verdiği için "egemenlik"in kullanıcılarındandır; doğru ama, yargının "egemenlik"i kullanması ile parlamentonun kullanması nitelik bakımından birbirinden tamamen farklıdır. Doğrusu şu ki, Anayasa'nın işaret ettiği "yetkili organlar"ın hepsini parlamentonun eşit ortağı olarak görmek demokrasiyi reddetmektir. Açıktır ki, mesela YÖK de, Milli Güvenlik Kurulu da anayasal birer organdır, ama bunları TBMM'yle aynı düzeyde görürseniz, o zaman aklınızda tuttuğunuz rejim demokrasi değil bürokratik bir sultadır. Oysa, demokrasinin tanımlayıcı özelliklerinden birisi halkın seçtiği politik karar alıcıların bürokrasiden üstün olmasıdır. Anayasal bir demokraside elbette parlamentonun da yetkileri sınırsız değildir, ama yine de o nispi olarak en üstün politik güçtür. Esasen, bürokratik organlar da parlamentoyla aynı otoriteye sahip olacaklarsa, o zaman seçim yapmaya, seçimli bir parlamento oluşturmaya ve hükümeti onun içinden çıkarmaya hiç gerek yoktur.Türkiye'de bu konudaki asıl sorun, çoğunluğun yönetme hakkının devletin içindeki ve dışındaki kimi odaklar tarafından tanınmak istenmemesidir. Evet, demokratik çoğunluğun bile -hatta, öncelikle onun- sınırlanması özgürlükçü temel yapının idamesi için zorunludur. Ama bunun için önce ortada yönetme yetkisine saygı duyulan bir çoğunluğun olması gerekir. Çoğunluğun yönetme yetkisi ise, bütün kapsamıyla kamu hayatına ilişkin temel politikaları belirleyebilmeyi ifade eder. Yurttaşların temel haklarına ve hukuk güvencelerine saygıyı koruduğu sürece, çoğunluğun politik takdirine herkesin saygı göstermesi zorunludur."


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler | Tarihe Göre: Önceki Makale | Sonraki Makale | Makale Listesi |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: