HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler | Tarihe Göre: Önceki Makale | Sonraki Makale | Makale Listesi |


İKİNCİ BÖLÜM

İNSAN, KÜLTÜR ve KİMLİK

Kimlik meselesi

Kimlik konusu, işin içine siyaset karışınca "alt üst" oldu, her kafadan bir ses geliyor. Anayasaya bakarak bir çözüm getirmek isteyenler de bu metindeki ifade bozuklukları, tutarsızlıklar ve çelişkiler sebebiyle bir sonuç alamıyorlar. Milletimizin kimliği meselesi Cumhuriyetten önce uzun zaman tartışılmış, "kimliğin unsurlarının hangisi önde ve egemen, hangisi arkada ve tâbi olduğu" konusu, Türkçü, İslamcı, Batıcı gibi ideolojik guruplara göre değişik olmuştur. Cumhuriyetten sonra Türklüğün -şu veya bu manada- bütün halka ait kılınması problemsiz olmamış, demokrasi ilerledikçe itirazlar da daha yüksek sesle ifade edilir olmuştur. Bugün bir Kürt'e, "Sen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma manasında Türksün" dendiği zaman buna itiraz etmezse mesele yoktur. İtiraz eder de "Bana T.C. vatandaşı olmak yeter, bu manada da Türk olmayı kabul etmiyorum, çünkü Türk bir etnik aidiyetin adıdır ve ben Kürt'üm" derse -ki, böyle diyenler az değil- o zaman problem oluşuyor.

Tartışmaların demokratik ortamda daha bir süre devam edeceği anlaşılıyor. Katkısı olur ümidiyle vaktiyle bu konuda yazdıklarımı biraz güncelleştirerek vermekte fayda görüyorum.

Kimliğin unsurlarına baktığımız ve mesela "Müslüman Türk milleti" dediğimiz zaman ortada üç unsur vardır: Müslümanlık, Türklük ve millet. Türklük tabiî ve fıtrî (yaratılıştan gelen), edinilmesi kişinin elinde ve iradesinde olmayan bir unsurdur. Müslümanlık ise tarihen sonradan edinilmiş, halen de edinilmesi kişinin irâde ve ihtiyarında bulunan bir unsurdur. Millet kelimesinin farklı manaları vardır. Ulus manasındaki millet oldukça yeni bir kavram olup, ulus devletin halkına "millet/ulus" denmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlettir; bu ulus devletin dışında Türkler bulunduğu gibi bu ulus devletin halkı arasında da -etnik, sosyolojik, tarihi, kültürel... her ne denirse o bakımdan- Türk olmayanlar vardır. İşte bu halka mesela "TC.vatandaşı" değil de "Türk" dendiği zaman bir problematik oluşmaktadır.

Varoluş açısından bakıldığında müslümanlık kavimler, ırklar, mekânlar ve zamanlar üstüdür; varlığı belli bir ırka, kavme, zaman ve mekâna mahsûs ve bağlı değildir. Bugün yeryüzünde İslâm'ı din olarak seçmemiş, benimsememiş milletler vardır, bugün müslüman olan toplumlardan bazıları da -Allah korusun!- gelecekte İslâm'ı terkedebilirler, ancak bütün bunlara rağmen müslümanlık tarihi, kültürü, medeniyeti ve mensupları ile varlığını sürdürmüştür ve sürdürecektir. Türklük ile müslümanlık arasındaki varoluş bağı tartışmalı olmakla beraber tarihte İslâm'ı din olarak benimsememiş bulunan Türk boylarının ırkî ve kavmî özelliklerini de koruyamadıkları, zaman içinde köklü bir kültür değişimine uğradıkları görülmüştür.

Meşrûiyet ve değer açısından Türklüğe göre müslümanlık, bu kavmin oniki asır önce benimsediği, bağlandığı bir dindir. Türkler müslüman olduktan sonra millî değerlerinden önemli bir kayba uğramamışlar, buna karşı çok önemli kazançlar elde etmişler, İslâm'a yatkın fıtratlarını geliştirerek büyümüşler; öldürücü, yıkıcı, sömürücü olarak değil, adâlet, hakkaniyet, hizmet ve yüksek ahlâkî değerlerin temsilcisi olarak cihan hâkimiyeti mefkûresine ulaşmışlardır.

İslâm dîni fıtrîdir; insanın fert ve toplum olarak yaratılıştan gelen, tabîatı icabı olan vasıf ve özelliklerine uygundur, bunlarla örtüşmektedir. "Allah'ın insanlara yaratırken verdiği mahiyetten (fıtrattan) ibaret olan tevhid dînine kendini ver; sağlam din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm: 30/30) meâlindeki âyet fıtrat ile hak din arasındaki bağı ifade etmektedir. İnsan türünü diğerlerinden ayıran akıl, irade, estetik duygu gibi fıtrî özellikler yanında insan gruplarını, topluluklarını birbirinden ayıran özellikler de vardır. Kur'ân-ı Kerîm bunlardan ikisine işaret etmektedir: "Allah'ın işaretlerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır, sonra siz zaman içinde yeryüzüne yayılan insan nev'i oldunuz.... O'nun işaretlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması ve sizin dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Bilenler için şüphesiz bunlarda büyük işaretler vardır." (Rûm: 30/20,22). İnsanlar bir kökten geldikleri halde yeryüzüne dağılıp çoğalıyorlar, dilleri ve renkleri farklı "alt neviler", gruplar oluşturuyorlar. Renk biyolojik farklılıklara, dil ise kültür farklarına işaret eden anahtar kelimelerdir. Yine âyette geçen "insanların dağılıp yerleştikleri yeryüzü" insan gruplarının bağlandığı, sahiplendiği toprağa; yani coğrafî unsura işaret etmektedir. Biyolojik, kültürel, coğrafî... özelliklerin bir araya getirdiği, birleştirdiği insan gruplarına Kur'ân-ı Kerîm'de "kavim" denilmektedir.

İslam kültüründe, yakından uzağa soy ilişkisi "şa'b, kabîle, aşiret" gibi kelimelerle ifade edilmiştir: "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve tanışmanız için sizi boylara (şu'ûb) ve kabilelere ayırdık, şüphe yok ki Allah nezdinde en kıymetli olanınız O'na isyandan en fazla sakınır olanınızdır; Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır." (Hucurât, 48/13). Kur'ân-ı Kerîm'de "millet" kelimesi "toplumun dîni"(Yûsuf: 12/37), "ümmet" kelimesi ise "bir peygambere, bir dîne... mensup insan topluluğu, gruplar" mânâsında kullanılmıştır. Bugün bizim millet dediğimiz toplum yapısını ifadeye en yakın kelime "kavim"dir (Arapça'da el-kavm). Kur'ân-ı Kerîm'e göre insanlar bir kökten (topraktan), sonra bir ana-babadan (Âdem ile Havvâ'dan) yaratılmışlardır. Aynı kökten gelmelerine rağmen yeryüzüne dağılmışlar, dilleri ve renkleri farklı kılınmış (farklılaştırılmış), farklı kelimelerle ifade edilen gruplara, topluluklara (cemâat ve cemiyetlere) ayrılmışlardır. Bütün bu oluşma ve gelişmeler fıtrat (yaratılış) icabıdır, tabiîdir, Allah'ın irâdesi ile olmuştur. Ayrıca birçok âyet ve hadîs yardımlaşma, ilgilenme, dayanışma, koruma konularında yakınlara öncelik vermektedir. Akraba, arkadaş, komşu, hemşehri... bu mânâda "yakınlar" içinde yer almaktadırlar. (Nisa:4/36) İstisnâî durumlar dışında zekât sarfında da bu önceliğe riâyet edilmiştir. Hem geçmişin, hem gelecek nesillerin, hem de hâlen üzerinde yaşayanların hakkı bulunan yurdun (mülkün) korunması İslâm'ın önemli amaçları arasındadır. İnsanın, diğerlerine nisbetle yakınlarına daha fazla sevgi duyması da tabiîdir. Bütün bu tabiîlik, fıtrîlik ve teşvikler göz önüne alındığında "aynı tarihi, kültürü (dîni, dili, âdetleri, zevkleri...) yurdu, mensubiyet şuurunu paylaşan insanların millet, kavim gibi bir isim altında bir grup teşkil etmelerine, bu grup içinde birbirini daha ziyade sevmelerine, korumalarına, dayanışmalarına, kültürlerini (ümmet camiâsına nisbetle alt-kültürlerini) geliştirmelerine ve bir değer, bir zenginlik olarak insanlığa takdim etmelerine" bu mânâda bir milliyete, hatta gerektiğinde milliyetçiliğe İslâm'ın bir diyeceği yoktur. Yeter ki bu milliyetçilik, ümmetin diğer gruplarıyla (diğer İslâm kavimleri ve bugünkü realiteye göre milletleriyle) ilgiyi kesmeye, bütünlüğü bozmaya, onlara ve diğer insan gruplarına haksızlık etmeye, İslâm öncesi inanç ve âdetlere dönerek tabîî ve hukuki düzenin bozulmasına sebep olmasın! Şüphe yok ki, İslâm'ın öngördüğü ve müslümanları dâvet ettiği toplum yapısı ümmettir. Burada ümmetten maksat "Hz. İbrâhîm'in (a.s) ismini koyup (Hac, 22/78) geliştirdiği, soyundan gelen son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.) ile tamamlanan dîne (İslâm'a ve bu mânâda millete) mensubiyet râbıtası ile birbirine bağlı insanların ve grupların oluşturduğu toplum yapısıdır." Bu toplumun fertleri birbirinin kardeşidir (Hucurât, 49/10), bu toplumun yurdu bütün mü'minlerin yurdudur, bu toplum, İslâm'ı din olarak benimsememiş, başka bir dîne mensup olmuş millet ve ümmetlerden ayrı ve farklı, onları -barış, adalet ve ahlak çerçevesinde ilişkiler (diyalog) kurarak- kendi câmiasına dâvet eden, insanlığa alternatif bir dünya görüşü ve hayat düzeni sunan bir ümmettir. Siyâsî, sosyal, ekonomik, hukûkî bağlar ve bağlantılar yanında bir üst kültüre bağlılık bu ümmetin guruplarını birleştirmiş ve bütünleştirmiştir.

M. Âkif'in deyişiyle:
Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlıyamam
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrık bu kadar akvâmı
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm'ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez
Son siyasetse bu, hiç böyle siyaset yürümez
Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan
Siz bu dâvada iken yoksa iyâzen billah
Ecnebîler olacak sâhibi mülkün, nâgâh!...
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez...
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl
İşte ey unsur-ı ısyân, bu elim izmihlâl
Seni tahrik eden üç-beş alığın marifeti
Ya neden beklemiyordun bu rezil âkıbeti
Hani milliyyetin İslâm idi kavmiyyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine
Arnavutluk ne demek, var mı şerîatte yeri
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türke, Lâzın Çerkese, yahut Kürde
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerede
Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer
Fikr-i kavmiyeti tel'in ediyor Peygamber.

Bir kavmi, bir etnik gruba mensup olmayı ileri sürerek ümmet bütünlüğünü bozmak, tefrika çıkarmak Hz. Peygamber'in (s.a.v.) lânetlediği bir davranıştır. Müslüman olmak, kavmiyet (bugünkü mânâda milliyet) bağını, İslâm kardeşliği bağına tâbi kılmak demektir. İslâm bağı bütün bağların üstündedir. Birbirine İslâm bağı ile bağlanmış etnik grupların, kavmiyyeti bir ideoloji haline getirerek ümmet birliğini bozmaları karşısında M. Âkif'in haklı isyânını bir önceki yazıda verdiğimiz şiirlerinde gördük. Ancak bir kere bağ bozulup ümmet birliği dağılınca, her parça kendi başının çaresine bakmak durumunda kalınca M. Âkif'in -bir geçiş dönemi olmak üzere- kavmiyyetin, ırk asâletinin, İslâm'a hâdim bir milliyetçiliğin, müsbet mânâda altını çizdiğini görüyoruz:

Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet, bu celâl
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâl
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâl

İslâm'ın mensuplarını dâvet ettiği câmia (ümmet) gerçekleştiği takdirde hiçbir müslüman fert ve grup bu câmianın dışında kalmayacak, ona dahil olacaktır. Milliyet ve milliyetçilik bu câmianın dışında kalmaya ittiği ve sebep olduğu zaman -İslâm yönünden- meşrûiyetini kaybeder. Böyle bir câmia fiilen gerçekleşmemiş veya bozulmuş olursa müslümanların gruplar (bu arada kavimler, milletler; yani uluslar) halinde birlikler, toplum yapıları oluşturmaları, birlik ve değerlerini korumak için gerekli tedbirleri almaları tabîî ve zarûrîdir. Bu zarûretle karşı karşıya bulunan grup (topluluk, toplum) bugün anlaşılan mânâda bir millet (ulus) ise milliyetin temel unsuru (kimliğin belirleyici ögesi) İslâm olacaktır. Toplum, mevcut yapısını tarihî bir zarûret ve ârıza olarak görecek, imkânların elverdiği ölçüde ümmet yapısına geçmeyi, bu yapıda birleşmeyi amaç edinecektir. Bu kayıt ve şartlar içinde ve bu mânâda bir milliyet ve milliyetçilik meşrûdur ve günümüzde zarûrîdir. Bugün dünyada elliden fazla İslâm ülkesi vardır ve müslümanların kimlikleri üç unsurdan oluşmaktadır: Dîni, kavmiyeti ve ülkesi. Günümüzde bir müslüman "T.C. vatandaşı, Müslüman, Türk, Kürt, Çerkez...", "İran İ.C. vatandaşı, Müslüman, Farsî", "A.B.D. vatandaşı, müslüman, zencî"... şeklinde tanımlanmaktadır. Müslüman hangi ülkenin vatandaşı ve hangi kavmin, etnik grubun mensubu olursa olsun her şeyden önce müslümandır, sonra bir ülkenin vatandaşıdır, sonra da bir etnik grubun mensûbudur. Bu sıra bozulmadığı, her bir unsurun hakkı verildiği, amaç bölünme değil, bütünleşme olduğu müddetçe müslümanlar arasında kimlik farkı kısmen tabîî ve kısmen zarûrî olarak meşrûdur, zararsızdır, faydalıdır, "tanışmanız, tanımlanabilmeniz için" buyruğuna uygundur.

Lozan Antlaşmasına göre de TC.'de yalnızca gayr-i müslimler azınlıktır. Önceden Müslüman olduğu veya Müslüman bir aileden geldiği halde İslam ile alakasını kesen vatandaşların kimliklerinde elbette İslam bulunmayacak, onlar da kendilerini TC. Vatandaşı Türk, Kürt vb. olarak tanımlayacaklardır. Bu manada bir çoğulculuğun var olduğu ülkelerde ve toplumlarda bütün vatandaşları bağlayan rabıta "vatandaşlık" olacaktır.
Bugün Türkiye'de yaşayan insanların kahir çoğunluğu Türk olduğu için (az çoğa tabidir kuralına göre) milletin adına Türk, ülkenin adına da Türkiye demek sakıncalı değildir ve tefrika konusu yapılmamalıdır; ama bu, milletin bütün fertlerine Türk demeyi gerekli ve haklı kılmaz.

11-18 Aralık 2005



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler | Tarihe Göre: Önceki Makale | Sonraki Makale | Makale Listesi |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: