HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |


BAŞKAN HİZMET EDENDİR
İslâmî geleneğimizde "topluluğun efendisi onlara hizmet edendir" şeklinde ifade edilen bir özdeyiş vardır. Bu cümleyi iki şekilde anlamak mümkündür: a) Bir kimse içinde yaşadığı topluluğa hizmet ederse, onun rütbesi, makamı, şöhreti, serveti ne olursa olsun topluluğun velinimeti olur, efendisi gibi muamele görmeye, saygı gösterilmeye, değer verilmeye liyakat ve ehliyet kazanır. b) Topluluğun efendisi, başkanı, yöneticisi onlara hizmet ederse bu unvanı ve makamı hak eder, etmezse yalnızca adı başkan, efendi vb. olur ama kendisi bu unvanların insanı olamaz, bu unvan ve makamların hak ettiği saygı ve itaatı hak edemez. Bu iki mânadan hangisini alırsak alalım sonu; yöneticinin hakim değil, hadim (hizmet eden), hizmet edenin de başa geçmeye layık olduğuna çıkar, bizi bu sonuca ulaştırır.
Hz. Ömer halife olunca ilk hitabesinde halka şöyle seslenmişti: "Ben Allah'a itaat ettiğim ve Rasulü'nün izinden gittiğim sürece bana itaat edin, yoldan saparsam itaat etmeyin." Halife daha cümlesini bitirmeden birisi kılıcına sarılarak ayağa kalkmış ve ona şöyle seslenmişti: "Sen hakka bağlılık ve itaattan saparsan şu kılıçla seni yola getiririz!". Hz. Ömer, yönetilenlerden gelen böylesine canlı ve etkili bir takip, denetim ve katılım karşısında Allah'a şükretmişti. Hz. Peygamber'in intikalinden otuz yıl kadar sonra saltanat geldi, artık kılıç zoruyla başa geçen yöneticiler buyuruyor, halk da itaat ediyordu; ne seçim, ne söz, ne tenkit ve ne de denetim hakkı vardı. Asırlar boyu saltanatla yönetilen Müslümanlar koyun sürülerine dönüştüler; siyasete karışmak, devletin işine burnunu sokmak, kusur bulmak, yönetenleri takip edip eğri gittiklerinde düzeltmek onların -ve yönetimde güçbirliği yapanlardan başka hiçbir kimsenin- işi değildi. Derken bu durumdan şikayet edenler saltanatın selahiyetlerini daraltmak ve kısmen kontrol altına almak üzere meşrutiyet idaresini getirdiler, arkasından da cumhuriyet geldi. Her iki değişiklik de halkın şuurlu mücadelesi ve katkısı sonunda değil, tepeden inme geldiği için yönetime katılma bakımından "koyun sürüsü", "insan topluluğu" haline dönüşemedi. Çok partili demokrasiye geçildiğinde -demokratik yönetim adı altında- parti saltanatı başladı, halk ne kendi bilgi, tercih ve iradesi ile vekilini seçebildi, ne de seçtiğini kendi menfaati (millet ve memleket yararı) bakımından denetleyip hesap sorabildi. Onun işi ve vazifesi tanıdığı, beğendiği, hayır umduğu kimselere değil, futbol takımı tutar gibi tuttuğu partiye, belli süreler sonunda oy vermekten ibaretti. Halkın oyları ile iktidara getirdiği parti/partiler, aslan payını kendilerine ve yandaşlarına (seçkinlere, sermaye babalarına, medyaya, zinde güçlere...) ayırdıktan sonra halkı oyalayacak ufak tefek tavizlerle durumu uzun zaman idare ettiler. Ancak bu ufak tefek tavizleri iyi kullanan halk, dünyadaki büyük değişimin de etkisi ile hem öz kültürü, hem de öz menfaati (ekonomik hayat) bakımından önemli mesafeler katetti, halkına yabancılaşmamış yeni bir nesil yetişti, Anadolu Aslanları boy gösterdi, yıllardır belli gurupların tekelinde bulunan bazı imkanlar ve makamlar halktan gelen, halkı temsil eden kimselerin de ellerine geçmeye başladı. Bu değişme ve gelişme belirtileri, menfaatleri haleldar olan, tahakküm ve sömürü güçleri tehlikeye düşen zümreleri harekete geçirdi; bunlar, hassas noktaları kullanarak, iyi niyetli fakat eksik bilgili, belli konularda şartlanmış bazı güçleri hayali tehlikelerle tahrik ederek bu gelişmeye dur deme seferberliğini başlattılar. Bu süreçte birçok yanlışlık yapılıyor, milleti temsil etmek üzere seçilmiş kimseler binbir hesap içinde susuyorlar, pusuyorlar. Halk koyunluktan kurtulamadığı ve "demokrasi ile yönetilen bir ülkenin, yöneticilere ve bürokratlara üstten bakan hakim vatandaşları" haline gelemediği için yılgın, suskun, pısırık ve -dipte büyük fırtınalar koptuğu halde üstü sakin deniz gibi- hareketsiz.
Hem halkımızın geleneğinde, hem de bugün içinde yönetildiği söylenen demokrasilerin tabiatında mevcut olan "halkın hakimiyet, denetim, takip, tenkit, yola getirme, iktidardan düşürme, buyurma" vazife ve selahiyetlerini kullanması, hem buhranlardan çıkmak, hem de, yeni buhranların içine düşmemek için vazgeçilemez şarttır. Yaşları, başları, ahlak ve kişilikleri ne mahiyette ve durumda olursa olsun seçilmiş veya atanmış kimselere mutlak güven ve itaat caiz değildir; halk uyanarak, şuurlanarak, sivil örgütler oluşturarak, denetim ve katılımın mekanizmalarını kurarak hem yönetime katılacak, hem de (halkın) gücünü kullanan yöneticileri (seçilmişleri ve atanmışları) denetleyecektir.
Meşruiyet sınırlarının dışına çıkmadan halkın hakimiyetini nasıl hissettireceği, yönetime nasıl katılacağı, nasıl "el öpen, diz çöken" değil, "eli öpülen, önünde diz çökülen" güç olacağı konusunu bir başka yazıda ele alalım.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: