HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |


İslâmî mânada gelenek 'âdetullah' demektir
İslâm'ın sürdürücüsü olduğu ifade edilen tevhidî gelenek ne anlama geliyor? Örf anlamındaki gelenekle farkı ne?
Örf anlamındaki geleneğin mânasını ve bu kavramın sınırlarını birinci soruda cevaplandırmış olduk. Burada örf ve âdet kelimesini farklı mânada kullanan yazarlar da olmuştur eskiden beri. Örfün daha ziyade Allahu Teâla'nın razı olduğu, dinin tasdik ettiği, akl-ı selimin makbul ve mâkul olarak kabul ettiği, Allahu Teâla'nın insanlara bahşettiği selim fıtrata uygun olan ictimaî telakki ve davranış bütünü gibi telakki edildiği, böyle anlatıldığı, böyle anlaşıldığı olmuştur. Buna karşı, âdetin örften daha geniş bir kavramının bulunduğu hem örfü ihtiva ettiği, hem de örfü aşan yine insanların benimsedikleri ve fakat mâkul, meşrû olmayan, güzel olmayan, çirkin ve yanlış da olabilen, bid'at, hurafe, zulüm kabilinden de olabilen telakki ve davranış bütünü diye anlamlandırıldığı olmuştur. Burada örf ve âdet kelimelerinin farklı mânasına da işaret etmiş olduk. Birinci sorunun cevabında verildiği gibi, özellikle İslâm hukukunda örf ve âdetin aynı mânada kullanıldığını da gördük. Gelenek kelimesi bazen an'anenin bir tercümesi olarak karşımıza çıkıyor. An'ane dediğimizde yine öteden beri bir milletin veya ümmetin tarihi boyunca nesilden nesile intikal eden âdetler, örfler mânasına geliyor. O halde örf, âdet, an'ane bizim bugün kullandığımız Türkçe'ye gelenek kelimesiyle nakledilmiş oluyor. Tevhidi gelenek bu geniş mânadaki geleneğin bir özel alanını ifade ediyor ve burada insanların akl-ı selim ile ya da kendilerine bir peygamber tarafından tebliğ edilen dinden kalma kaynaklarla, ondan geçme olarak ortaya koydukları anlayışlar, telakkiler ve davranışlar mânasına gelmiyor. Çünkü bu menşei itibariyle vahyî de olsa orada bir beşerin yorumu sözkonusu oluyor. İnsanların yorumu, onu anlayışı ve hayatlarında uygulayışı sözkonusu oluyor. Tevhidî geleneği ise ben Allahu Teâla Hazretleri'nin ilk yarattığı ve ilk peygamber kıldığı Hz. Adem'den Hâtemü'l-Enbiyâ (s.a.) Efendimiz'e kadar bütün peygamberlerle gönderdiği dinin temel esası olarak anlıyorum. Bu dinlerin temel inancı, temel ilkesi tevhiddir. Tevhid, Allah'ı bir bilmek ve kâinatın, insanların Yaratıcısı, kâinata ve insanlara özelliklerini veren ve ibadete layık olan tek varlığın Allah olduğu inanış, bilgi ve anlayışına dayanıyor tevhid. İşte bu tevhidin peygamberlerden peygamberlere intikal ederek son peygambere kadar gelen esasına da tevhidî gelenek demiş oluyoruz. Burada gelenek kelimesinde bir âdet mânası varsa bunu âdetullah olarak anlamamız gerekir. Âdetu'n-nas olarak değil yani insanların âdeti olarak değil, Allah'ın âdeti, Sünnet'i, kanunu olarak anlamamız gerekir ve bunu da konuya uygularsak mânası şu olur: Allahu Teâla Hazretleri'nin âdeti bütün peygamberlerine temeli tevhid olan bir dini göndermesi ve bütün peygamberlerin, bir zincir olarak düşünürsek, bu peygamberler zincirinin her halkasının tıpkı bir öncekinde olduğu gibi tevhidi temsil etmesidir. Peygamberler halkasında deveran eden bu tevhid geleneği Kur'ân-ı Kerim'de birçok âyette ifade edilmiştir. Fakat özellikle En'am sûresinin 74 ila 90. âyetleri bu konuda dikkat çekicidir. Bu ayetlerin başında Hz. İbrahim'in putperest olan babasıyla yaptığı bir konuşma naklediliyor. Sonra Allahu Teâla Hazretleri'nin Hz. İbrahim'e tevhid geleneğine uygun dini nasıl vahyettiği, vahiyden önce onu bu tevhidî dine nasıl hazırladığı anlatılıyor. Ondan sonra Hz. İbrahim aleyhisselama tevhid dinini vahyettiğini ifade ediyor. Cenab-ı Mevla, arkasından ona İshak ve Yakup'u bağışladığını, onlara hidayet nasip ettiğini, yani tevhid geleneğinin halkaları içerisine bu peygamberleri de soktuğunu anlatıyor. Devamında da Hz. İbrahim'den önce Hz. Nuh'tan başlayarak birçok peygambere yine aynı hidayeti lutfettiğini ve onları tevhid zincirinin halkaları içerisine dahil ettiğini ifade buyuruyor. Burada 18 peygamberin adını teker teker zikrediyor. Onların babaları, zürriyetleri ve kardeşleri içerisinden de bir kısım mü'minlerini seçerek onlara tâbi kıldığını ve kendilerini doğru yola ilettiğini ifade buyuruyor. Ve sözü Peygamber Efendimiz'e getirerek diyor ki, "İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki ben buna (yani peygamberlik görevine) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu Kur'ân âlemler için ancak bir öğüttür. Bu, En'am sûresinin 74 ila 90. âyetinde Allahu Teâla tarafından son peygamberin ümmetine talim buyrulan ve 18 peygamberin ismi söylenmek suretiyle nakledilen husus işte bu tevhid geleneğidir. Yani Allahu Teâla Hazretleri'nin ilk insan ve peygamberden son peygambere kadar peygamber olarak seçip gönderdiği insanlar aracılığıyla kullarına inzal ve talim buyurduğu, gönderdiği, öğrettiği inancın birlik ve birleme esasına dayandığını, bir tevhidî gelenek oluşturduğunu ifade buyuruyor. Biz de buradan Allah'ın din vasfında ve din gönderme, dini öğretme hususunda böyle bir Sünnet'inin, böyle bir âdetinin olduğunu anlamış oluyor ve buna da tevhidî gelenek diyoruz.

Bir de geleneksel İslâm kavramı var. Genellikle olumsuz anlamda kullanılan bu kavramı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Olumsuz anlamda kullanıldığında geleneksel İslâm, sahih İslâm'dan sapmayı ifade ediyor olmalıdır. Yani gelenekte, an'anede, daha öncekilerin dinî hayatlarında varolan ve onlardan günümüze kadar intikal etmiş bulunan İslâm kastediliyor. O İslâm ki, sahih İslâm'a mesela Resulullah (s.a.) Efendimiz'in ve Hulefâ-i Râşidîn'in yaşadığı dönem İslâmı'na nispetle hem inanç alanında birtakım sapmalar, kaymalar olmuş, hem de amel alanında İslâmî hayatta birtakım sapmalar ve kaymalar olmuş, eksiklikler meydana gelmiş. Ama bu hem inançta hem amelde uygulamadaki eksikliğe rağmen bu sahih İslâm olarak telakki edilmiş ve bunu yaşayan daha ziyade halk, avâm-ı nas ve kısmen de belki avâm-ı nas saymayacağımız muhazafakâr, okumuşlar kesimi, bu halk dinini ve geleneksel İslâm'ı sorgulamama, sahih İslâm'a nispet ederek, sahih İslâm'ın yanına getirerek ayıklamadan olduğu gibi kabul etmişler, savunmuşlar ve devam ettirmişler. İşte bu vakıaya geleneksel İslâm deniyorsa o zaman bu kelime olumsuz anlamda kullanılıyor demektir. Ama geleneksel İslâm hep bu mânada kullanılıyor da değildir. Şu mânada da bir geleneksel İslâm terkibinin kullanıldığını düşünüyorum. Çağımızda modernist İslâmcılar ya da modernist Müslümanlar veya başka bir deyişle İslâm modernistleri var. Bu İslâm modernistleri Hz. Peygamber'in ashabının dini anlayışlarından ve yorumlayışlarından tutunuz, müctehid imamlar dönemine ve sonrasına kadar anlayış ve yorumlayışta kullanılan metodolojiyi sorguluyorlar ve bu anlama ve yorumlama metodunun kısmen yanlış, kısmen yetersiz olduğunu ifade ediyorlar ve yeni bir anlama ve yorumlama metodundan bahsediyorlar. İşte bu yeni anlama ve yorumlama metoduna göre ortaya koydukları İslâm, çağdaş İslâm oluyor, bu usule ve metoda uymayan klasik ama ehl-i Sünnet'in veya Müslümanlar cumhurunun, çoğunluğunun sahih İslâm olarak kabul ettiği klasik yoruma dayalı İslâm da onlara göre geleneksel İslâm oluyor. O halde geleneksel İslâm'ın hem klasik yorumculara, hem çağdaş yorumculara göre olumsuz bir anlamı var. Bu, içerisine hurafelerin, bid'atlerin karıştığı ve özünden biraz uzaklaşan İslâm demektir. Geleneksel İslâm'ın bir bu mânası var, bir de klasik, kadim yorumcularla çağdaş yorumcuların farklı olan metodolojilerine dayalı geleneksel İslâm anlayışı var, burada klasik yorumcuların, usûlcülerin, müctehidlerin ortaya koydukları yorum ve anlayış geleneksel İslâm oluyor, çağdaşların ortaya koydukları da çağdaş İslâm oluyor. Bize göre her iki grubun ittifak ettiği anlamdaki olumsuz geleneksel İslâm ıslah edilmelidir. Gerek sahih İslâm'ın akidesi, gerekse sahih İslâm'ın amelî alanlarında ona girmiş olan yabancı unsurlar ayıklanmalı, Kitap'ta, Sünnet'te Resullullah'ın uygulamasında tecelli eden aydın, berrak, açık seçik olarak ortada bulunan İslâm insanlara yeni baştan anlatılmalıdır. Burada bir ihtilaf sözkonusu olamaz. Ancak Kitâb'ta, Sünnet'te tecelli eden Resulullah'ın anlayış ve uygulamasında da açık seçik ortada bulunan diye ifade ettiğim İslâm'ı günümüz şartlarında yeniden yorumlama ve anlama konusunda bu iki cümle arasında bir ihtilafın olduğu ortadadır. Bu konuda yapılan ilmî çalışmalar, sempozyumlar vardır. İki tarafın yazdığı tebliğler, makaleler ve kitaplar vardır. Bu, çağımızda süren önemli bir tartışmadır. Bu tartışmanın sonunda bizim beklentimiz her iki tarafın da ifrat ve tefritlerinden vazgeçerek karşılıklı etkileşimle orta yolun bulunması ve özü bozulmadan Allah'ın muradına ters düşülmeden İslâm'ın çağımızın insanına, onun idrakine, onun hayatına sunulmasıdır. Burada kelime oyununa gerek yok İslâm'ın çağımız insanının idrakine ve hayatına sunulması demek değiştirilmesi demek değildir. Onların anlayacağı bir dilde ve ihtiyaçlarını karşılayarak İslâm'ın hayatlarına sokulması demektir. Bu mutlaka İslâm'ın bozulması, değiştirilmesi, tahrif edilmesi mânasına gelmez. Bu mânada bir İslâmî yoruma, İslâm yorumuna ve ıslahata, reforma, tebdile taraftar olmamız mümkün değildir.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: