HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |


İSLÂM'IN EVRENSELLİĞİ VE TÜRKÇE İBADET
İslâm evrensel bir dindir
Kur'ân-ı Kerim Son Peygamber'i (s.a.), "Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusu" olarak takdim etmektedir (Ahzâb: 33/40). İlâhî Kitaba göre O "âlemlere rahmettir" (Enbiyâ: 21/107), "Bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir" (Sebe': 34/28). Bu âyetlerin ilk muhatabı olan Hâtemu'l-enbiyâ Efendimiz vazifesinin şuuru içinde hareket ederek İslâm davetini Araplara ve Arap Yarımadası'na mahsus (özgü) kılmamış, dini bu dar çerçeve içinde tebliğ etmekle yetinmemiş, İran, Habeşistan, Bizans, Mısır gibi o çağın dünyasının bilinen kültür ve medeniyet merkezlerine mektuplar ve temsilciler göndererek farklı din, renk, dil ve coğrafyadan olan insanları İslâm'a çağırmıştır. Kendisi bu fani dünyadan ayrıldıktan sonra samimi ve sadık mensupları dünyanın dört bir yanına yayılarak İslâm'ı tebliğ etmişler, Çin'den İspanya'ya kadar büyük bir coğrafya üzerinde İslâm'ın tanınmasını, benimsenmesini ve yayılmasını sağlamışlardır.
Bu apaçık âyetlere ve tarihî gerçeklere rağmen, önündeki ağacı görüp koca ormanı göremeyen zihin miyopları gibi "Sen ancak uyarıcısın ve her bir kavmin de bir yol göstericisi (hâdisi, rehberi) vardır" (Ra'd: 13/7) mealindeki âyete takılarak Peygamberimizin elçiliğini ve İslâm'ın kapsamını daraltmaya, Araplara özgü kılmaya yeltenenler büyük bir gaflet ve yanılgı içindedirler. Peygamberimizin Kur'ân'da sayılan vasıfları ve özellikleri âyetlerin bağlamlarına, işlenen konulara uygun olarak serpiştirilmiştir. "Uyarıcılık" vasfının zikredildiği âyet, ahireti inkâr eden ve Peygamber'e Rabbinden, kendilerini inandıracak bir mucizenin gelmesini isteyen kâfirlere cevap olarak gönderilen ayetler arasında indirilmiştir. Bu âyetler bağlamının ifade ettiği mâna şudur: "Peygamber insanları hidayete getiremez, onun vazifesi tebliğ etmek ve uyarmaktır. Bu kavme olduğu gibi bundan önceki kavimlere de hidayet rehberleri, yol göstericiler gönderilmiştir. İnsanlar hür iradeleriyle o hidayet rehberlerine uyarlarsa doğru yolu bulurlar, uymazlarsa doğru yoldan sapmış olurlar". Şu halde Son Peygamber'in gönderildiği kavme bir uyarıcı, bir de hidayet rehberi gönderilmiştir. Bu kavim/kavimler İslâm'ın ilk muhatapları olmaları itibariyle Araplar'dır, İslâm'ın evrenselliği itibariyle de mîlâdî 610 yılından itibaren bütün dünya insanlığıdır. Gönderilen uyarıcı Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna göre hidayete götüren, rehber olan (hâdî) kimdir veya nedir? Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce âyette bu sorunun cevabı şöyle verilmiştir: "Hâdî Allah'tır, insanları -iradelerini değerlendirerek- saptıran veya doğru yola kavuşturan O'dur, O istemedikçe -peygamberler dahil- hiçbir kimse bir başkasını doğru yola getiremez, iman etmesini sağlayamaz. Allah Teâlâ'nın yol göstericiliği ve hidayet rehberliği, peygamberleriyle gönderdiği kitaplar vasıtasıyle olmaktadır. O'nun bütün kitapları doğru yolun rehberleridir (hüdâ, hâdî), doğru yolun adı İslâm'dır, bütün peygamberler kavimlere (Allah'ın kullarına) onu tebliğ etmişler, hayatını ona göre yaşayanları müjdelemişler, sapanları ise uyarmışlardır. Hâtemu'l-enbiya da (s.a.) aynı hidayetin temsilci ve tebliğcisidir (En'âm: 6/84-90). Kendisi örnektir, uyarıcıdır, müjdeleyicidir, hidayetin şahididir, dâvetçisidir, insanlığın ufkunu aydınlatan ve açan ışıktır; onunla gönderilen rehber (hâdî ve hüdâ) Kur'ân'dır, muhatabı da bir kavim değil, bütün insanlıktır. Son Peygamber'den (s.a.) sonra ulusal veya evrensel bir peygamber daha gelmeyecektir. Hangi sosyal ve siyasî ölçütlere göre bölünürlerse bölünsünler bütün insanlığın son peygamberi, "öncekilerin getirdikleri dinlerin özünü tasdik ve teyid eden" Muhammed Mustafâ'dır (s.a.).

Evrensel İslâm'ın Mensupları
Evrensel bir din olan İslâm'ın mensuplarına Arapça'da "Müslim" denir, bu kelime Türkçemize "Müslüman" olarak geçmiştir. Müslümanlık aynı zamanda bir kimliktir; bu kimliği taşıyanlar, dil, renk, vatandaşlık, coğrafya, sosyal sınıf, millî kültür, etnik özellikler üstünde bir birliğin üyeleridirler; bu birliğin adı "İslâm Ümmeti"tir. İslâm ümmetini (Müslümanlar bütününü) diğer din ve ideoloji mensuplarından ayıran ve tanınmalarını sağlayan işaretlere, sembollere, belliklere "şi'âr, çoğulu: şe'âir" denir. Müslümanları birbirine bağlayan ve gruplara göre farklı olan tabiî, sosyal, siyasî, coğrafî... bağlar vardır. Bu bağlar ümmet birliğine, dolayısıyla İslâm'a aykırı olmadıkça meşrudur, çoğu teşvik de edilmiştir. Ancak bütün bu bağların üstünde olan, onları destekleyen, kontrol eden ve aşan bağ "dindaşlık bağıdır", Müslüman kimliğinin temsil ettiği ilişkidir. Kur'ân'a göre bu ilişkiyi ifade eden ve yönlendiren temel kavramlar "kardeşlik, velâyet (birbirinin velisi, koruyucusu, temsilcisi, tarafı olmak), yardımlaşma, dayanışma, hep birden Allah'ın ipine sarılma"dır. Müslümanlar bu kavramları hayatlarını yöneten ve yönlendiren kurallar haline getirmedikçe ümmeti oluşturamazlar, ümmeti oluşturmadıkça da güçlü olamaz, diğer kültür ve medeniyetlere alternatif olacak çağdaş İslâm Medeniyetini dünyaya takdim edemezler. Tarihte oluşturulan İslâm medeniyeti ne Arab'a, ne Acem'e, ne Türk'e, ne de başka bir kavme aittir. O, bütün Müslüman kavimlerin ortaklaşa oluşturdukları ve katkı sağladıkları "Müslümanlar medeniyeti" veya "İslâm medeniyetidir".

İslâm'ın Şiarları
Yukarıda tanımı geçen şiarlar, Müslüman kavimlerden, uluslardan, gruplardan birine veya birkaçına değil, bütün Müslümanlara (ümmete) ait şiarlar, semboller, işaretler ve belliklerdir. Onlar kimliklerdeki vatandaşlık sembollerine benzerler, bir kimsenin kimliğinde TC kelimesi veya ay-yıldız işareti görüldüğünde onun Türk ve TC vatandaşı olduğu anlaşılır; bir kimsede, gurupta, kurumda, yerleşim bölgesinde... İslâmî şiarlar görüldüğünde veya işitildiğinde de o kimsenin, o şeyin ve orasının Müslüman olduğu, İslâm'a ait bulunduğu anlaşılır. İslâmî şiarlar için verilen listelerde şunlar zikredilmektedir: Besmele, selam, dinî günler ve bayramlar, ezan, kıble, cemaatle namaz, Cum'a namazı, cami, minare, Kur'ân, Hac ibadeti, Peygamber'in (s.a.) Sünnet'i.

Şiarların Korunması
Kur'ân-ı Kerim'de -yer yer bazıları zikredilerek- İslâmî şiarların korunması önemsenmiş ve emredilmiştir (Bakara: 2/158; Mâide: 5/2; Hac: 22/32, 36). Fıkıh ve siyaset-i şer'iyye kitaplarında, ezan, cemaatle namaz gibi şiar-ibadetleri toptan terkeden bölgelerin, cebrî tedbirlerle uygulamaya zorlanabileceklerinden bahsedilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.), içlerinde Müslümanların bulunup bulunmadığı bilinmeyen bir bölgeye (dâru'l-harbe) sefer ettiğinde uygun bir yerde konaklar ve sabah namazının vaktini beklerdi, vakit gelince ezan sesi duyulursa oraya baskın yapılmazdı, duyulmaz ise orada oturanların Müslüman olmadıklarına hükmedilir ve buna göre davranılırdı. (Buhârî, Ezan, 6). Bu tarihî vakıa, meselâ ezanın İslâmî sembol olma özelliğine açıklık getirmektedir.
İslâmî şiarlar belli bir kavme (ulusa, guruba) mahsus olmadığı, bütün Müslümanlara (ümmete) ait bulunduğu için bunların korunması, dilin ve şeklin korunmasına bağlıdır. Dil ve şekil değiştirildiği zaman şiar değişmiş, belli bir grubun malı olmuş olur. Şiarı koruma emri gerçekleştirilmiş, yerine getirilmiş olmaz.

Başlıca İslâmî şiarlar ve özellikleri
1. Besmele
"Bismillâhirrahmanirrahîm" Hz. Peygamber'e vahyedilmiş bir cümledir, Fatiha sûresine dahil bir âyettir, diğer sûrelerin başlarında birer âyet olarak tekrarlanmıştır, Peygamberimiz tarafından mü'minler "Her önemli işe başlarken besmele çekmeye" teşvik edilmişlerdir. Bu özellikleri besmeleyi bir şiar haline getirmiştir; bütün dünya Müslümanları onu, Hz. Peygamber'in ağzından çıkan şekliyle söylerler ve okurlar. Besmele başka bir dile çevrilerek söylendiğinde ümmetin birlik ve bütünlüğüne katkı yapan şiar özelliğini kaybeder.

2. Selam
Selamın nasıl alınıp verileceği Kur'ân'da (Nur: 24/27; Nisa: 4/86...) ve birçok hadiste açıklanmış ve selamlaşma teşvik edilmiştir. Selam "Selâmunaleyküm" veya "es-selâmu aleyküm" şeklinde verilir, "ve aleykümüsselâm", "aleyküm selam" gibi cümlelerle de alınır, karşılanır. Bu şekliyle selam, ümmetin şiarı olmuştur. Dünyanın neresinde bu selamı birisinden duysanız onun Müslüman olduğuna hükmedersiniz. Bu cümlelerle selamlaşanlar arasında bir sıcak ilişki kurulur. Selam başka dillere çevrilirse şiar özelliğini kaybeder.
1960'lı yıllarda, bugün Kur'ân için yürütülene benzer bir kampanya yürütülmüş, sokaklara "Arabın selamını bırak, Türk'ün günaydınını kullan" benzeri pankartlar asılmıştı. Hastalık âmili, bünyeyi zayıf bulduğu/zannettiği zaman derhal işine dönmekte, tahribatına devam etmektedir. Bünyeyi etkiye açık hale getirebilmek için istismar edilen duygulardan biri de "miliyetçilik duygusudur". Buradaki yanılgıyı bir alan araştırması değerinde ortaya koyan meşhur anekdota burada yer vermenin zamanıdır. Bu anekdot, Anadolu'dan hacca gidip dönen bazı vatandaşlardan defalarca duyulmuştur. Vatandaşlar şöyle diyorlar: "Bu arapların işine akıl ermiyor; selamı bizim gibi Türkçe alıp veriyorlar, namazı bizim gibi Türkçe kılıyorlar, Kur'ân'ı bizde olduğu gibi Türkçe okuyorlar, sıra konuşmaya gelince işi karıştırıyorlar, anlaşılmaz şeyler söylemeye; (yani Arapça konuşmaya) başlıyorlar". Evet kendileri bir millete mensup bulundukları halde bir üst kültür olarak İslâm Ümmetine bağlı bulunan vatandaşlar, Arapça olduğu halde İslâmî şiar haline gelmiş bulunan selamı ve Kur'ân'ı duyduğunda onu Türkçe zannedecek/bilecek kadar onunla hemhal olmuşlardır (onu benimsemiş ve içselleştirmişlerdir). Darısı diğer vatandaşların başına!

3. Dini günler ve bayramlar
Kavimlerin, bölge ve cemaatlerin, günümüzde ulusların her birine mahsus şenlik ve bayram günleri vardır; bunların tarihî sebepleri, ihtiva ettikleri inançlar, değerler ve semboller İslâm'a ters düşmedikçe dinî bakımdan sakınca yoktur; her biri kutlanır ve yaşanır. Bunların yanında bir de bütün Müslümanların ortak "dini günleri ve bayramları" vardır. Kandil geceleri, Ramazan ve Kurban bayramları bunların en meşhur ve yaygın olanlarıdır. İşte bu günler ve geceler ümmetin birliğinin hem destekleyici ve besleyicileri hem de işaret ve nişanlarıdır. Bunların değiştirilmesi ve "ulusallaştırılması" mümkün ve caiz değildir.

4. Ezan
Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye hicret ettikten sonra Müslümanlar rahatlık içinde cemaatle namaz kılar hale gelmişlerdi. İlk günlerde ezan yoktu, namaz vakti yaklaşınca mescitte toplanıyor, vaktin gelmesini bekliyorlardı. İhtiyaç üzerine Müslümanları uyarıp namaza çağıracak bir usül arandı. Yahudiler gibi boru çalma, Hıristiyanlar gibi çan çalma teklifleri yapıldı ise de bunlar Peygamberimizin içine sinmedi. Sahabeden Abdullah b. Zeyd bir gece rüyasında iki parça yeşil elbise giymiş, elinde çan bulunan bir zat gördü, namaza çağırmak üzere bu çanı satın almak istedi, yeşil elbiseli zat "Sana bundan daha hayırlı bir yol göstereyim" dedi ve bugüne kadar okuyageldiğimiz ezanı Abdullah'a öğretti. Abdullah uyanır uyanmaz Resulullah'a koştu, gördüklerini anlattı, O da "Bu gördüğün Allah'ın izniyle hak olan bir rüyadır" buyurup sesi daha gür olduğu için Bilal'e öğretmesini söyledi, Abdullah ezanı Bilal'e öğretti. Bilal uygun bir yere çıkıp ezanı okumaya başlayınca Hz. Ömer bir yandan elbisesini giyerek heyecan içinde koşup geldi ve aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü söyledi. (Şevkânî, Neylü'l-evtâr, II, 37 vd. Tirmizî'den naklen). Peygamberimizin müezzinlerinden Ebû Mahzûre de bu ezanı, Hz. Peygamber'in (s.a.) bizzat kendisine öğrettiğini ifade etmiştir. (Müslim, Salât, 6).
Ezanın ortaya çıkışı ile ilgili sahih hadisler gösteriyor ki, ezan rüya ve ilham yoluyla bir iki sahâbîye öğretilmiş, Peygamberimiz bunun ilâhî bir yoldan geldiğini tasdik etmiş, benimsemiş ve sesi müsait bulunan ilk müezzin Bilal'e okumasını emretmiştir. Başka müezzinler edindikçe de onlara bizzat kendisi bu ezanı öğretmiştir. Şu halde Ezân-ı Muhammedî İslâm'dan önce Arapların bildiği bir usul ve metin değildir. İslâm'dan sonra bulunup uygulanmıştır. Kaynağı da ilâhîdir, nebevîdir (ilham edilmiş, Hz. Peygamber tarafından da benimsenmiştir). İşte o tarihte bu metinle başlayan ezan onbeş asırdır bütün İslâm âleminde "aynı şekilde, aynı metinle, aynı dilde" okunmuş, dili ve kavmiyeti ne olursa olsun bütün Müslümanlar onu duyduklarında ezan olduğunu anlamışlar, gerekli tepkiyi göstermişler, çağrıyı almışlardır. Ezanın dili değiştirilecek olursa onun şiar olma özelliği kaybolur, ümmete ait olmaktan çıkar, Sünnet'e aykırı "ulusal ezan" olur. Ezanı böyle bir değişikliğe uğratmak caiz değildir. Bazı fıkıh kitaplarında bulunan "Başka dilde okunan ezanın ezan olduğu anlaşılırsa okunan yeterli olur" cümlesi "başka dilde ezan okumanın caiz ve Sünnet'e uygun olduğunu" ifade etmez, "böyle okunduğu takdirde ezan okunmuş olur, tekrar okunması gerekmez" mânasına gelir. Ana dili ne olursa olsun bütün Müslümanlar 15 asırdır okunan ezanı anlamakta, bundan büyük bir haz duymakta, minarelerinden bu ezanın eksik olmaması için Mevlâ'ya dua ve niyaz etmektedirler.

5. Kıble
Bütün Müslümanların namaz ibadeti yaparken yöneldikleri Kâbe'nin bulunduğu Mekke şehrinin coğrafi yeri/yönü Müslümanların kıblesidir. Kıbleye yöneliş hem Allah'ın birliğini hem de ümmetin bütünlüğünü işaretlemekte ve temsil etmektedir. Kâbe bir tanedir, kıble de tektir, birden fazla "ulusal kıbleler" olamaz.

6. Cuma namazı
Cemaatle kılınan cuma namazı bir bölgede yalnızca Müslümanların bulunduklarını değil, aynı zamanda orasının bir İslâm bölgesi, beldesi, ülkesi olduğunu gösterir. Günümüzde bazı Batı ülkelerinde de izin verildiği için cuma namazı kılınmaktadır; bu da oralarda bir cemaat teşkil edecek kadar Müslümanın bulunduğuna delil teşkil etmektedir. Cuma namazı aynı zamanda İslâm ümmetinin haftalık bayram namazıdır.

7. Cemaatle namaz
Hz. Peygamber (s.a.) cemaatle namazı teşvik etmiş, erkekler için ise -mazeret dışında- âdeta mecbur kılmıştır. Cemaatin fertleri Müslümanlardır, cemaat olmak için Müslüman olmak yeterlidir; bunun dışında bir âidiyet şartı yoktur; bu sebeple Müslüman, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun ezanı duyunca, bir mazereti yoksa camiye gelir ve cemaate katılarak namazını kılar. Namaz ibadeti Türkçe yapılmaya kalkışıldığı takdirde bu bütünlük bozulur, cemaatle namaz ulusal hale gelir, başka uluslardan olan Müslümanlar ona katılamazlar. Çünkü onlara göre "bu namaz sahih değildir, Türkçe okuyan imamın arkasında namaz kılınamaz". Türk Müslüman da başka dilde Kur'ân okuyarak namaz kılan imama uymaz; çünkü buna göre de namazda Türkçe okumak gereklidir. Görülüyor ki ibadet dili ulusal hale getirilince ümmet birliği bozulmakta, cemaat ruhu ve şuuru zedelenmektedir.

8. Cami ve minare
Kilise nasıl Hıristiyanlığın, havra Yahudiliğin, ateşgede Mecûsîliğin şiarı (bellik ve nişanı) ise cami ve minare de İslâm'ın şiarıdır. Kur'ân'ı okurken uygulanan mûsıkî makamları, okuyuş tavrı, harflerin telaffuzu, anadilleri farklı Müslümanlara göre az da olsa değişik olabilmektedir. Ama okunan aynı (Arapça) Kur'ân'dır. Bunun gibi cami ve minare yapımında ve bu yapılara uygulanan mimaride de uluslara ait farklı çizgiler, üslûp ve renkler bulunabilmektedir. Ancak bu farklara rağmen, alt kültürü ne olursa olsun, bir Müslüman yapıyı gördüğünde onun cami ve minare olduğunu anlar; çünkü temel şekil ve öz değişmemiştir. Bu yapıların İslâm'a mahsus dinî yapılar ve semboller olduğunu Müslüman olmayanlar da anlarlar ve bunların bulunduğu yerlerde ya halen veya geçmişte Müslümanların yaşadıklarına hükmederler.

9. Kur'ân-ı Kerim
Hem lafzı (dili; harf, kelime ve cümleleri) hem de mânası Allah'a ait bulunan; yani Allah tarafından Son Peygamber'e (s.a.) vahyedilmiş olan Kur'ân-ı Kerim ümmetin bir başka şiarıdır ve Arapçadır. Onu başka bir dile çevirdiğimiz zaman ortaya çıkan metin Kur'ân değil, onun çevirisidir. Yani mânasının bir kısmının başka bir dilde ifadesidir; "bir kısmının ifadesidir". Çünkü hiçbir tercüme Kur'ân âyetlerinin ihtiva ettiği geniş ve derin mânaların tamamını -tercüme tekniğinde- bir başka dile aktaramaz. Onu gören, okuyan ve dinleyen Kur'ân olarak telakki etmez (onu Kur'ân olarak kabul etmez), Kur'ân çevirisi olarak bilir; çevrildiği dili bilmeyen -başka ulustan- Müslümanlar ise böyle bir kitabı gördüklerinde veya içinden bir parçayı duyduklarında onu Kur'ân çevrisi olarak da bilmezler ve anlamazlar. Durum böyle, gerçek de bundan ibaret olunca ulaşılan sonuç şudur ki: Bütün İslâm âlemi için bir Kur'ân-ı Kerim vardır; bu da Hz. Peygambere (s.a.) Arapça olarak vahyedilen ve asırlardır noktası değiştirilmeden nakledilen Kur'ân'dır. "Hepiniz birden Allah'ın ipine sarılın ve asla ayrılığa düşmeyin" (3/103) mealindeki ayette emredilen "birlikte sarılma" da ancak tek olan Kur'ân'a sarılmakla gerçekleşir. Bir Müslümanın, dünyanın neresine giderse gitsin, hangi ulus ferdinin elinde görürse görsün ve kim tarafından okunursa okunsun kendi bildiği ve okuduğu Kur'ân'ı görmesi ve dinlemesi, Müslümanlar arası birlik, dayanışma ve kaynaşma için eşi bulunmaz bir bağ, vasıta, durum ve sâiktir. Kur'ân-ı Kerim Mekke ve Medine'de Arapça olarak vahyedilmiştir, ancak -belli dönemlerde de olsa- Mısır'da en güzel okunmuş, Osmanlı ülkesinde en güzel yazılmıştır. Yavuz Sultan Selim Mukaddes Emanetleri İstanbul'a getirdiği zaman bunları yerleştirdiği özel dairede, birisi kendisi olmak üzere kırk hafıza Kur'ân tilaveti başlatmış, "burada Kur'ân ve minarelerde Muhammedî ezan" okunduğu müddetçe devletin payidar olacağına inanılmıştır.
İslâmî şiar olan Kur'ân, Arapça Kur'ân'dır. İbadette (namazda) okunacak Kur'ân Arapça Kur'ândır; çünkü başka dilde Kur'ân yoktur ve olamaz. Ancak bu hususlar anlamak ve yaşamak için Kur'ân'ın mânalarını başka dillere çevirmeye, o dillerde âyetleri açıklamaya engel değildir. Her Müslüman ulusun bilenleri, Kur'ân-ı Kerim'i kendi dillerinde açıklarlar, aslını anlamayanlar da bu meal ve açıklamalardan yararlanır, kendi kabiliyetleri ve bilgileri çerçevesinde anlar ve istifade ederler. Lâkin bu arada bir şiar olarak Kur'ân'ın tekliğinin korunması ve ibadet dilinin Kur'ân dili olması zaruridir; İslâm birliği, ümmet bütünlüğü, ibadette okunan şeyin Kur'ân olması, yapılan ibadetin (namazın) sahih olması için zorunludur.

11. Hac ibadeti
Mekke'de hac ibadeti ile ilgili mekânlar, bu ibadet yerine getirilirken giyilen elbiseler, yapılan merasimler ve ibadet-fiiller aynı zamanda İslâmî sembollerdir. Yalnız Müslümanlara ve bütün Müslümanlara aittir, onları tanıtır, tanıştırır, kaynaştırır. İhrama girmiş her ulustan Müslümanlar hac ibadetini yaparken "Rableri, dinleri, kıbleleri, ibadet dilleri, Kitapları, Peygamberleri bir olan" büyük bir insan topluluğunun, muhteşem bir camianın bir ümmet teşkil edişini görür ve yaşarlar. Orada insanların bir bütüne ait olduklarını hissetmeleri ve bu aidiyeti yaşamaları için alıp verdikleri selam, namaza çağıran ezan, cemaat olup kıldıkları namaz, namazda dinledikleri tek Kur'ân, hepsinin birden yöneldiği tek kıble (Kâbe) ve hep birden saygı gösterdikleri aynı mukaddesler yeterli olmakta, dil ve alt kültür farkları bu birlik ve bütünlüğe zarar vermemektedir.

12. Peygamber Sünnet'i
Ahlâkı Kur'ân, yaşayışı ve davranışı en güzel örnek olan Fahr-i Kâinât'ın (s.a.) hem maddî, hem de manevî ve ruhânî hayatı Müslümanlar için rehberdir, hayat programıdır. Müslümanlar O'nun izinden gidenlerin Allah sevgisine ulaşacaklarına, Allah rızası ile kucaklaşacaklarına inanır, bu sebeple Sünnet-i Seniyyeye (O'nun örnek davranışlarına) sarılırlar. Dünyanın neresine gitseniz, alt-kültürleri farklı Müslümanlarda ortak bir başka unsur olarak Sünnet'i görür ve bulursunuz. Müslümanların kılık ve kıyafetlerinden beşerî ilişkilerine, günlük hayat ve alışkanlıklarına kadar birçok alanda O'nun Sünnet'inin "ortak" izlerini farkedersiniz. Sünnet'in birçok parçası ümmetin şiarı haline gelmiş, onun bir başka yapıtaşını teşkil etmiştir.
Bütün bu şiarların ırkçılık ve Arapçılıkla hiçbir ilişkisi yoktur. İslâmî şiarların çoğu, İslâm öncesi Arapların inanç, âdet ve alışkanlıklarına aykırıdır, onları değiştirmiş, kavmiyeti aşan bir câmianın sembolleri olarak yerlerini almıştır. "Aralarında tanışma ve fazilette yarışma olsun diye küçük büyük sosyal guruplara ayrılmış insanlık camiasının Müslüman kesimine ait" şiarlardır. Bu camiada üstünlük ölçüsü ahlâk ve fazilettir. Hiçbir kavmin diğeri üzerinde peşin üstünlüğü yoktur. Üstünlük fazilet yarışında elde edilecek; onun da semeresi bütün insanlığa paylaştırılacaktır.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: