HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Doğru İslâm, Mezhepler ve Savaş
Almanya'da müslüman üniversite gençlerine bir konferans vermiştim. Yazılı olarak cevaplandırmam dileğiyle bir de yazılı sorular vermişlerdi. Cevapları Türkiye'deki okuyucularımızla paylaşmayı uygun buldum.

1. Peygamberimiz'den (s.a.v.) sonra İslâmiyet ne kadar doğru gelişmiştir?

Cevap:
Allah Teâlâ vahyettiği kitabın özelliklerini açıklarken daha ikinci sûrenin başında onun "Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde yaşamak isteyenler için bir rehber, bir kılavuz" olduğunu bildiriyor. Yine kitabında, Peygamberinin (s.a.v.) müminlere güzel bir örnek, yollarını aydınlatan bir ışık, Kur'ân'ı açıklayan bir tefsirci ve hem sözleri hem de davranışlarıyla Kur'ân'ın hayata uygulanışında ortaya çıkan boşlukları dolduran bir elçi olduğunu ifade ediyor. İlk müminler, Allah'ın bu açıklamalarını doğru anlıyor; İslâm'ın hem anlama hem de yaşama bakımından Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hayatı ile sınırlı olmadığını, ondan sonra da kıyâmete kadar devam edeceğini, insanların hayat yoluna ışık tutacağını idrâk ediyorlar, bunun için de hemen Kur'ân'ı ezberliyorlar, yazıyorlar, Peygamberimiz'den (s.a.v.) sonra bir cilt içinde topluyorlar, zamanı gelince nüshalarını çoğaltıyorlar ve İslâm dünyasına dağıtıyorlar. İkinci kaynak olan Allah Resûlü'nün (s.a.v.) hayatını, söz ve davranışlarını da titizlikle kaydediyor, yine zamanı gelince kitaplaştırıyorlar. İşte bu irâde ve gayretlerin sonucu olarak müslümanların elinde iki din kaynağı -dünya durdukça durmak üzrere- kalıyor.
İlk nesil, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile beraber olmanın ve Kur'ân'ın kendi dilleriyle inmiş olmasının bereketi (etkisi, bahşettiği imkân) sebebiyle bu iki kaynaktan İslâm'ı kolayca anlıyor ve uyguluyorlar. Hem dil ve kültür değiştikçe hem de hayat daha problemli bir hale geldikçe Kur'ân'dan ve Sünnet'ten doğru İslâm'ı anlayabilmek için, araya âlimlerin girmesine zarûret hâsıl oluyor. Dil başta olmak üzere Kur'ân'ı ve sünneti doğru anlamak için yeterli temel bilgilere sahip olmuş âlimler, isteyenlere İslâm'ı yazılı ve sözlü olarak anlatıyorlar. Bu âlimlerin çevresinde toplanan, ictihadlarını benimseyen müslüman guruplar "mezhepleri" oluşturuyorlar. Bir âlimin (müctehidin) farklı ictihadları bütününe mezhep (mezheb) deniyor. Dinde inanç ve amel (ibâdet, hukuk, cemiyet nizâmı, ahlâk) kısımları bulunduğundan, inançla ilgili ilmî düşünce ve açıklamalara "itikâd mezhebi", amel ile ilgili olanlara ise "amel mezhebi" deniyor.
Bütün mezhepler, Kur'ân ve sünnetin özünü bozmadan, muhtemel mânâlar çerçevesinde oluşan "hak mezhepler" ile öze dokunan, ilâhî maksada ters düşen, uzak ihtimâllere takılan "bâtıl, bid'at mezhepler" diye ikiye ayrılıyor. Hak mezheplerin itikâda ait olanları "Selef, Mâtürîdiyye ve Eş'ariyye" mezhepleridir. Amele ait olanları (Fıkıh mezhepleri) ise başta dört mezhep (Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî, Hanbelî) olmak üzere onbeş kadar mezheptir. Bunların bugün cemâati olanları dört mezheptir. İşte bu "hak olan itikâd ve amel mezhepleri"nin anladığı, anlattığı, ortaya koyduğu İslâm doğru İslâm'dır. Bunların aralarındaki fark, dînin özünü bozmaz, değiştirmez, Allah'ın muradından uzak düşmez, bunlara göre İslâm'ı anlayan ve yaşayan bir mümin doğru anlamış, doğru yaşamış olur. Eski müctehidlerin temas etmedikleri yeni konular ve problemler çıktıkça yeni âlimler, yine aynı kaynaklara, aynı usûl ile başvurarak müslümanların yolunu aydınlatır, problemlerini çözer, sorularını cevaplandırırlar. Nitekim ben de bunu yapanlardan biriyim.
Hak mezheplerin dışında kalan İslâm mezhepleri, farklı anlayış ve ictihadlarında hatâ etmiş sayılırlar. Bunlara göre İslâm'ı anlayan ve yaşayanlar da -hak mezhep mensuplarına göre- dîni yanlış anlamış müslümanlardır.

2. Toplumun mezheplere bağlanması (kutuplaşması) ne kadar doğrudur?

Cevap:
Mezhep ile müslüman arasındaki ilişkiyi üç boyutta ele alabiliriz: a) Birine bağlanmadan, dîni öğrenmede onlardan yararlananlar (çok mezhepliler). b) Birine bağlanarak yalnızca ondan dîni öğrenen ve buna göre amel (hareket) edenler (tek mezhepliler). c) Birine bağlanan, gerçeği yalnız onda gören, diğerlerine gitmeyi câiz görmeyenler (mezhepçiler).
İlgili kaynaklarda (Usûl kitaplarında) bir müslümanın, kendisi müctehid değil ise (müctehidler başkasının mezhebini, ictihadını taklit edemezler) tek bir müctehide bağlanmasını da, birine bağlanmadan, tamamından yararlanmasını da câiz görmüşlerdir (Bu konuda geniş bilgi için benin, Dört Risâle ve İslâm Hukukunda İctihad isimli kitaplarıma bakılabilir). Câiz olmayan, İslâm'a zarar veren üçüncü tavır ve yaklaşımdır. Soruda "mezhebe bağlanma" yanında, parantez içinde "kutuplaşma" kelimesine yer verilmiş, bağlanmanın kutuplaşma şeklinde olanı sorulmuştur. Evet, her bağlanma kutuplaşma değildir. Diğer mezhepleri de hak bilen, bunlardan yararlanmayı da câiz gören, farklı mezheplere bağlı müslümanları birbirinden ayırmayan kimseler yalnızca "mezheplidir", bunların bağlılıkları "kutuplaşma" doğurmaz. Mezhebi din yerine koyanlar, bir mezhebe bağlanmayı farz görenler, bir mezhebe bağlanan kimsenin ondan ayrılmasını ve başkalarından da yararlanmasını haram bilenler... işte bunlar mezhepçidir ve kutuplaşma böyle bir yaklaşımdan doğabilir.
Müslümanlar, yeterli bilgiye sahip olmadıkları için (böyle olanlar) zorunlu olarak bir veya birkaç âlimden yararlanırlar, onların düşünce ve ictihadlarına uyarlar. Ancak bununla yetinmek ve imkân bulunduğu halde bu noktada kalmak câiz değildir. Bir âlime bağlanmak (taklid) bir zorunluluk (zarûret) sonucu câiz olmuştur. İmkân bulup bilgisini artıranlar için bağlanma zorunluluğu derece derece ortadan kalkar. Az bilenler, bilgilerini arttırmak için temel kaynakları ve bunlara ait açıklamaları okumalıdırlar, kendi aralarında küçük cemâatler (öğrenme toplulukları) oluşturarak problemlerini ve bilgilerini paylaşmalıdırlar.

3. İslâmiyette savaş var mıdır?

Cevap:
İlgili âyetler ve hadîslerden yola çıkan İslâm âlimleri, İslâm'ın savaşla alâkası konıusunda iki farklı sonuca varmışlardır:
a) İslâm'da barış esastır, savaş meşrû savunma sebebiyle zorunlu kalınca yapılır. Başkaları müslümanların hak ve özgürlüklerine saldırmadıkça kimse ile savaş yapılmaz; ancak her an savaşa hazır olunur.
b) Müslüman olmayanlara güvenilemez, güçlenip fırsat bulduklarında müslümanların maddî ve manevî değerlerine saldırır, hak ve özgürlüklerini ellerinden almak isterler. Bu sebeple müslümanlar, imkân buldukları kadar diğerleri ile savaşmalı, onları egemenlikleri altına almalı, dünyada İslâm'ın egemenliği altında barışı, adâleti, hak ve özgürlükleri teminat altına almalıdırlar.
Bu yorum ve anlayışları, âlimlerin içinde bulundukları çağların şartları içinde eğerlendirmek doğru olur. Bugün dünya milletleri, bütün insan guruplarının hak ve özgürlüklerinin korunması konusunda anlaşırlar, saldırgana karşı ortak tutum gösterirlerse İslâm'ın da amacı gerçekleşmiş olur, bu durumda illâ da savaş gerekmez.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: