HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git




Hayrettin Karaman'ın, Ensar Vakfı'nın 30. Geleneksel Kır Gezisi'nde Yaptığı Konuşma -7 Temmuz 2013-

(Konu başlıkları: "İmam-Hatip Okullarının Önemi" - "İmam-Hatip Okullarına Karşı Müslümanların Görevleri"- "Gezi Parkı ve Mısır Olaylarına Dair Değerlendirmeler")

Aziz dostlar, sevgili kardeşlerim!

Osmanlı'nın fethedip bize emanet ettiği, -ama bizim çoğuna sahip olamadığımız- bu güzel yurdun asıl varisleri, asıl sahiplerinin çocukları ve Allah izin verirse, bu ülkenin geleceğini omuzlarında inşa edecek olan değerli insanlar!

Bu seneki geleneksel pikniğimiz, mübarek ayın çok yaklaştığı, mübarek bir zamana rastladı. Bununla da tefe'ül ediyorum (bunu uğurlu sayıyorum). Bildiğiniz gibi, bizim dinimizde herhangi bir şeyi uğursuz saymak yok ama bir şeyi uğurlu saymak var. Bu rahmet dolu ayda, ayın rahmetinden, ümmetin ve özellikle de Ensar dostlarının, bâlâhân ma bâlâ istifade ve istifaza etmelerini, Mevlâ'dan diliyorum.

Aziz dostlarım,

Sizler, İmam-Hatip mekteplerine devam etmiş olun-olmayın, ya o okullardan feyz almış, ya da çocuklarını, yakınlarını o okullara göndermiş insanlarsınız. Bu sohbetimde, İmam-Hatip Okullarının ve İmam-Hatipli olmanın ne manaya geldiği üzerine, bir iki cümle ifade etmek istiyorum.

Adı okul, ama bu okul, herhangi bir okul değil. İmam-Hatip Okulları, cumhuriyet ideolojisini gerçekleştirmek için kurulmuş okullardan değildir. Tam aksine, Osmanlı'nın devamını sağlamak, bizi, biz yapan değerleri hayatımıza iade etmek şuuruyla kurulmuş okullardır. Bu okullar açıldığında -bizler biliyorsunuz ilk talebelerdeniz-, bu ülkede yaşayan insanların, bizden farklı beklentileri vardı. Mesela bazıları, bence çok masumane ama oldukça sathi, "Yahu, ölülerimiz, cenazelerimiz ortada, mihraplarımız boş kalacaktı! Elhamdülillah, bu okullar açıldı. Bundan sonra namazımız kılınmadan gömülmeyiz, bu çocuklar sayesinde" diyorlardı. Ümitler, beklentiler buradan başlıyordu. Bugün olanlar, o gün için hayal gibiydi. Çünkü o gün, yedi yıllık eğitimine, birinci kısım-ikinci kısım adı verilen, orta ve lise bile denmeyen İmam-Hatip mekteplerinin mezunlarını, İlahiyat Fakültesi bile almıyordu. Okumak istiyorsunuz, başka hiçbir yüksek tahsil müessesesi sizi almadığı gibi, Ankara'da bir İlahiyat Fakültesi vardı, 1949 yılında açılmış, kabul etmiyordu. Lise, sanat okulu, ticaret lisesi mezununu alıyor, fakat İmam-Hatip mezununu almıyordu.

Öyle bir zamanda, "Bu okullardan mezun olacaklar, bizim mukadderatımıza el koyacaklar!" diye düşünüyorsunuz. "Mukadderatımıza el koyacaklar" ne demek? "Geleceğimiz bunlar olacak!" demek. "Geleceğimiz bunlar olacak" demek ise, bu ülkenin bütün dokularına nüfuz edecekler, her yerinde egemen olacaklar, hakim olacaklar, söz, onların sözü olacak demektir. Nasıl umuyordu o zaman insanlar? "Bir gün gelecek, bu memlekette, kaymakam, hakim, öğretmen, milletvekili siz olacaksınız" diyorlardı. Ama başbakan, cumhurbaşkanı diyemiyorlardı. Hayalleri o noktaya kadar ulaşmıyordu. Bir kesim, bizden bunu bekliyordu.

Bir kesim de, dindar insanları, dini kullanarak değiştirmek için bize ihtiyaç duyuyordu. Batılılaştırmak, çağdaşlaştırmak, bir kültür ve medeniyet değişimini dini kullanarak sağlamak için; "Ayet böyle der, hadis böyle der ama siz onun lafzına bakmayın, maksada bakın. Maksat uygarlıktır, medeniyettir. Medeniyet de bir tanedir, o da Batı medeniyetidir! 'Oku' ayetini, böyle anla, böyle anlat. Böylece insanlar zorlanmadan, asılmadan, dövülmeden, hapsedilmeden değişsinler. Siz bunu sağlayın." diyordu. Bunun gibi başka beklentiler de vardı. Mesela, ülkemizde, eskiden beri, Müslümanlar arasında tasavvuf terbiyesi görmüş, oradan beslenmiş insanlar ve bir de ona karşı olanlar var. Her ikisi de büyük bir dikkatle bizi takip ediyordu; "Bunlar, tasavvuf dostu mu, düşmanı mı olacaklar?" diye.

1950'li yıllarda, 54 olabilir. Konya'da talebeyim. Halka İmam-Hatip Okullarını tanıtmak, sevdirmek ve insanları teşvik etmek için, her cuma günü, bizi asker gibi tabur yapıyorlar, bir büyük camiye gidiyoruz, başımızda muallimlerle. Bu muallimlerin bir kısmı abdestsiz. Biz onlara, "kültür dersi hocası" derdik. Nöbetçi olduğu için, mecburen bizimle gelirlerdi. Bir kısmı da meslek dersi hocalarımız. Onlar, abdestli- namazlı insanlardı. Onlarla birlikte, tabur halinde, başımızda İmam-Hatip şapkası... Şapka da mecburî... Şeridimiz de beyaz idi. Bu şapkayı görmeyen, çok insan vardır burada. Okul şapkalarının şeridi oluyordu; eflatun: sanat mektebinin, sarı: normal lisenin, beyaz da bizim İmam-Hatip Okulunun rengi idi. "Beyaz sarık"tan kinaye, iki sıra şerit... Başımızda şapkalarla camiyi doldururduk. Halk, döner-döner, bakardı. O zaman, öyle gencecik çocukların camiye gittikleri de pek vaki değildi. Göğüsleri kabaran cemaat, ağlar, ümitlenir, yeniden bir canlanırdı.

Böyle bir zamanda, Kapı Camii'nde bendenizi vaaza çıkardılar. Hocalarımız dediler ki, "Burada bir İmam-Hatipli vaaz etsin, herkes, 'İşte, İmam-Hatipli bu!' desin." Neyse, ben orada vaaz ettim. Dersi de -daha önce dışarıda okuduğum için- İhya-u Ulûmiddin'den hazırladım. Bu eser, henüz tercüme edilmemişti. Müellifi, İmam Gazâli. Camiu'ttarikîn, yani hem zahir, hem bâtın ilimleri, hem tasavvufu, hem burhanı, hem beyanı, hem irfanı cem etmiş bir zat. Zaten asıl olan da budur. Yani onları alıp parçalamak, birini alıp ötekini dışlamak yanlış. Rehberimiz de böyle Gazâli gibiler olmalı. Ben de dersi, oradan hazırladım. Bir yandan da korkuyorum. Çünkü ilk defa böyle bir yerde vaaz ediyorum. Cumadan önce çıkıyorum. Ezan-ı Muhammedi'yi bekleyeceğiz. Ee, bitti benim sepetteki pamuk. "Lilla el-fatiha!" deyip, insen rezillik. Bu korkuyla okudum, yazdım, not tuttum. Acaba yeter mi, ya biterse diye biraz daha, biraz daha... Bunun üç şartı var, bu ikiye ayrılır... Böyle hazırladım çıktım vaaza. Kırk beş dakika kadar sürdü. Ezan okundu, ben ancak konuya girdim. Korkudan hazırladığım malzemeyle, sonradan altı vaaz ettim, bitmedi. Şimdi asıl mevzua gelelim. Camiide malum minber var. Minberin yan tarafı, bilirsiniz ufacık olur. Orada minber, birkaç kişi ve duvar olur. Erbab-ı tasavvuftan birkaç zat, biri de Mevlevî, benim vaazın ortasında kalkmışlar, gitmişler oraya ve orada sema yapmışlar sevinçlerinden. Demişler ki, "Elhamdülillah, bu İmam-Hatipliler, tasavvufu inkâr etmeyecekler." Yani her birinin, bizim üzerimizde bir beklentisi var idi. Hâlâ da var. Zaman geldi geçti. Birileri anladı ki, "Bunlar, bin yıldan beri Müslüman olan milletin çocukları ve o mirasa sahip çıkacaklar. Bunlar, yetmiş-seksen senelik bir ülkenin çocukları değil. Bunlar, bin yıldan daha fazla zaman önce İslâm ile müşerref olmuş, İslâm'da kendini bulmuş. Müslüman olduktan sonra dünyanın en gözde medeniyetlerinden bir tanesini kurmuş, dünyayı eserlerle süslemiş, insanlığa adaleti, insaniyeti, güzel ahlâkı yaşayarak, uygulayarak göstermiş bir milletin çocukları. Bunlar, bu mirasa sahip çıkacaklar, anlaşıldı."

Bunu anladıkları günden beri, bizimle mücadele ediyorlar. Meseleye böyle bakmak durumundayız. Biz, İmam-Hatipliler, gerçekten ayrımcı değiliz. Yani, "biz-onlar" derken bile ben üzülüyorum. Ama ayrılmışsa adam, o ayrımcıysa, o seni dışlıyorsa... Diyor ki bazı dostlar, herkese kucak açmalıyız. Açıyorum, açabildiğim kadar açıyorum. O, bana sırtını dönüyorsa, kucağımı açtığımda, göğsümü hedef alıp, oradan beni zımbalamak istiyorsa ne yapacağım ben? Peygamberimiz (sav) kucağını bütün insanlığa açmadı mı? Allah Teâlâ, onu, "Kâffeten lin-nâs" bütün insanlara, din-i mübin-i İslâm'ı tebliğ etmek, herkesi kucaklamak, herkesi bu darü's-selam'a davet etmek için göndermedi mi? Gönderdi. O, rahmet peygamberi değil miydi? Rahmet peygamberiydi. O, dışladı mı? Ayırdı mı? Ayrımcılık yaptı mı? Hayır! Ama herkesi kucaklayabildi mi? Kucaklayamadı. O, açtı kucağını ama gelmedi insanlar. Arkasına dönüp onu vurmak istediler, öldürmek istediler, nitekim yaraladılar. Fırsat bulsalar, öldüreceklerdi.

Peki, o zaman İmam-Hatipliler, Müslümanlar, herkesi nasıl kucaklayacaklar? İyi niyetli bazı dostlarımız diyorlar ki, "Eğer siyaset yapacaksanız, dini bir tarafa bırakın." "Niye?" "Çünkü eğer siz, siyaseti de dinin ölçüleri, kuralları içerisinde yaparsanız, yöneteceğiniz insanların içinde de o dini kabul etmeyenler veya dini sizin gibi anlamayanlar var, onları dışlamış olursunuz. Bu kaçınılmaz olarak kutuplaşma ve çatışmadır." diyorlar. Bu söz de bir çok insana yakışıklı geliyor. "Acaba, böyle mi olsa?" diye düşünüyorlar. Şimdi ben, bir soru soruyorum. Arkadaşlar, bir mümin, hayatının bir kısmında mü'min, bir kısmında kâfir olabilir mi? Yani bir mü'min, hayatının bazı alanlarında mü'min, bazı alanlarında Allah kulu değil veya onun rehberi din değil. (Hadi, kâfir kelimesini kullanmayayım, o biraz ağır geliyor!) Böyle, dini bir tarafa bırakmış olabilir mi? Olmaz arkadaşlar! Bir insan, ya mü'mindir, ya değildir. Mü'minse, -af edersiniz- tuvalet adabından, temizliğini nasıl yapacağından tutun, âhiret yolculuğuna çıktığında, onu nasıl yıkayacakları, kefenleyeceklerine kadar her adımda, onun rehberi dindir, İslam'dır. Sevgili belediye başkanımız, "Allah, herkese yüklenebileceği yükü yüklüyor." dedi. Doğru. Zaten biz Rabbimize dua ediyoruz: "Ya Rabbi, bize taşıyamayacağımız yükü yükleme." Yine duamızdan anlıyoruz ki, O da gücümüzün yetmeyeceği şeyle bizi mükellef kılmıyor.

O zaman, biz bu dünyada, ticareti, sanayii, siyaseti, eğitimi ve dahasını bırakacak, bu alanlardan çekilecek miyiz? Peki bunun sonu ne olur? Köprünün altından bunca su akmışsa, mirasına sahip çıkmak istediğimiz ecdadın değerleri hayli yıpranmışsa, çocuklarının önemli bir kısmı bu dini terk etmişse -ya iman, ya ahlâk, ya da amel olarak terk etmişse- ki olmuş vakıa. Ve biz de bunların içerisinde, Allah'ın emrini yerine getirmek istiyorsak. O zaman ne olacak? Adım, adım yürüyeceğiz. Ne kadarına gücümüz yetiyorsa, onu yapacağız. Gücümüzün yetmediğini terk etmeyeceğiz, erteleyeceğiz. O zaman, yine bizim rehberimiz İslam'dır. Bakın şu iki şeyi tekrarlayayım. "Din, şuraya karışır, buraya karışmaz." dediğiniz zaman bu İslâm değildir. Ama "Ben, şu şartlarda Allah'ın emrinden şu kadarını yapabilirim, şu kadarını da erteler, ona da yol açmaya çalışırım." derseniz, o zaman, yaptığınız da yapmadığınız da dinîdir, İslamî'dir. O zaman, mümin gibi hareket etmiş olursunuz. O halde, bizden kimse dini terk etmemizi beklemesin. Ve bir alanı, dinsizleştirmeyi de beklemesin.

Bugün, İmam-Hatip Okullarının talebesi, öğretmeni, müdürü, dostu olmuş, bir şekilde bu okullarla alâkası olmuş, Ensar dostu olmuş bütün insanlara hitap ediyorum! İki önemli vazifemiz var. Bunlardan bir tanesi, bu mektepleri korumak. Hatta inşa ettirmek, çoğaltmak, iyileştirmek, eksiklerini gidermek, amaca en uygun hâle getirmeye çalışmak. İkincisi de, bunların hikmet-i vücudunu gerçekleştirmek. İmam-Hatip mekteplerinin hikmet-i vücudu, süs çiçeği olmak değil. Bu mekteplerin hikmet-i vücudunu sohbetin başında söyledim. Zorla bizi değiştirmek istediler. Biz, "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!" deyip, bu milleti geriye getireceğiz, o başlangıç noktasına. Ondan sonra asıl gitmesi lâzım gelen yola yönlendireceğiz. Bizim böyle bir vazifemiz var. Varlığımızın hikmet-i sebebi bu. Bu okulları korumak, onu koruyanları korumak. Eğer bunu gerçekleştirmezsek, Cenab-ı Hakk, bu nimetten bizi sorumlu tutar. Bir zamanlar, bu okulları kapattılar. Bu okulların orta kısmını kapattılar. Üniversite yolunu tıkadılar. Sizi bir yerlere göndermediler. O zaman, hani Sultanahmetlere toplandınız, ağladınız, el ele verdiniz, dualar ettiniz, "İmam-Hatipleri geri istiyoruz!" dediniz. Şimdi verildi hepsi. "Ne yapıyorsunuz? Ne yaptınız?" diye sorarlarsa, "Ya Rabbi, sen bize bu fırsatı verdin, biz de şunları, şunları, şunları yaptık. Zaten bu kadarına gücümüz yetiyordu. Bir santimine daha gücümüz yetiyordu da yapmadıysak ya Rabbi, artık rahmetine sığınıyoruz!" diyebilelim. Bu cevabı hazırlayalım.

Bir şey daha istiyorum sizden. Bütün aileler, çocuklarının en zekisini İmam-Hatip Okullarına göndersin. Bu vecibedir bugün, farz-ı kifayedir. Bu yeterince yapılmazsa, hepimiz sorumlu oluruz. "Matematiğe kafası basmıyor, bunu imam yapalım." demeyelim. En zeki, en becerikli, en kabiliyetli çocuğunuzu, İmam-Hatibe göndereceksiniz! Kız veya oğlan. Bu sizin aile zekatınız. Bu, farz olan...
Nafileye gelince; "Keşke, on iki tane olsa da, on ikisini de göndersem." diyebilirsiniz. Fakat, bir tanesini mutlaka göndereceksiniz. Sonra bu çocuğun, diploma alıp, onunla ekmek parası kazanma mecburiyetini ortadan kaldıracaksınız. Buna gücünüz yetiyorsa, bu çocuğunuza, "Sen emekliliğini düşünme, onu ben sağladım. Sen vazife düşün, sen bu ailenin zekatısın. Seni bu yola, mecazî anlamda kurban eyledik. Dünyevî geleceğini elimizden geldiğince teminat altına aldık." diyeceksiniz. Ondan sonra bu genç, hepimiz adına, yukarıda bahsettiğim o iki önemli vazifeyi yerine getirecek. Eğer bu sözüm tutulsa, bu gençlerden yüzlerce, binlerce olur.

Allah, bizleri muvaffak etsin. Sağlık, afiyet içinde nice yıllar, yine bu güzel mekanda birleşmeyi, Allah'ın bize lütfu olan kari'lerimizden, hafızlarımızdan, bu ezanları, bu Kur'ânları dinlemeyi, ama daha da önemlisi, Allah ne diyorsa, onu hayatımızın rehberi kılmayı nasip eylesin. Cümlenize, sevgilerimi, hürmetlerimi sunuyorum.

GEZİ PARKI ve MISIR OLAYLARINA DAİR

Mısır'da yapılanı, çok yakın zaman önce burada da yapmak istediler. Dediler ki, "Bunları yapan çocuklar haklı. Çünkü bu çocuklar, tabiatı korumak için oraya çıktılar. Bu memleketin başbakanı emir verdi. Bunlara, vurun-kırın dedi. Polis gitti, orada dengesiz güç kullandı. Bunlar da genç, akılları fırladı. Onun üzerine polise hücum ettiler..." Böyle dediler, değil mi? Yani eksiği, kusuru yönetimde buldular. Niye? Çünkü onların hedefi zaten o. Orayı yıkmak istiyorlar. Polis, dengesiz güç kullandı, sana zarar verdi. Peki, halkın günahı ne? Sen, günlerce sana su sıkmayan, kimyasal kullanmayan, orada bile bulunmayan insanların malını mülkünü tahrip ettin. İnsanlara zarar verdin. Kadınları dövdün, üzerine işedin. Peki, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Yani zulüm kötüyse, haksızlık kötüyse, insanlara şiddet kötüyse, sen neden bu şiddeti kullandın? O halde, bunun bir mantığı yok. Ama usul, hep aynı.

Meşhur hikaye vardır. Kurt, kuzuyla arkadaş olmuş. Epeyce bir arkadaşlıktan sonra acıkan kurt demiş ki, "Ben artık bu kuzuyu yiyeyim." Gelmişler bir suyun kenarına. Su yukarıdan aşağı akıyor. Kurt yukarıda, kuzu aşağıda. İkisi de su içiyor. Kurt aşağıya bağırıyor, "Kuzu! Ne yapıyorsun sen? Benim suyumu bulandırıyosun!" Kuzu da, "Kurt ağabey, ben aşağıdayım. Su, yukarıdan aşağı geliyor. Olsa-olsa zat-ı aliniz suyu bulandırırsınız. Ben nasıl bulandırayım?" demiş. Kurt da demiş ki, "Vay sen bir de bana karşı mı geliyorsun?" Ve sonra kuzuyu yemiş. Zaten suya gelmeden önce yemeye karar vermişti.

Burada güçleri yetmedi, yetmeyecek. Ama güçleri nasıl yetmeyecek? Biz sahip çıkarsak. "Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır." Biz, sahip olursak... Sahip olmak da elimizi taşın altına koymakla oluyor. Birileri, "Ben, kefenimi giyip çıktım bu yola!" diyor. Neredeyse her gün, kendisine suikast hazırlanıyor. Siz, onu takdir ediyorsunuz, övüyorsunuz, onunla iftihar ediyorsunuz. Ona bir tehlike yöneldiğinde, yıpratma kampanyası başladığında sessiz kalıyorsanız, o zaman onlar başarılı olurlar. Çünkü bu dünyada say-u gayret kanunu geçerlidir. Kâfir de kazanır, mü'min de kazanır. Sadece mümin olmak, kazanmak için yeterli değildir. Kazanmanın şartlarını yerine getiren kazanır.

Mısır'daki duruma gelince. Neymiş efendim? Bunlar, bir yıl iktidardaymış ama kucaklarını herkese açmamışlar. Yani kimi Hindu, kimi yamyam, kimi Kıpti, kimi laik, kimi seküler... Dinlisi var, dinsizi var. Bunların hepsini kucaklayamamış. Herkes tarafından sevilir hale gelememiş. Herkes tarafından sevilen, peygamberler dahil, kim var? Var mı dünyada? Gelmiş, geçmiş bir tane yöneten var mı, yönetilenlerin tamamı tarafından kabul edilen? Yok. O zaman, bundan ne bekliyorsun? Zaten az bir farkla iktidara gelmiş. Karşısında o kadar muhalif var. Bizim burada oyumuz daha çok Allah'a şükür. Sokaklarda tencere-tava çalan bazı gafiller, Gezi Parkı sonrasında bu işlerin başladığını sanıyorlar. Bu iktidara oy vermeyen insan, zaten tencere-tava çalıyor. Her gün çalıyor. Tencere-tavaya vurarak çalarsın, gider kahvede dernekte konuşup küfredersin, bir Müslüman kadın geçer ona küfredersin, üzerine tükürürsün, işte bu da tencere-tavadır. Her gün oluyor. O gün de o şekilde tecelli ediyor.

Çok şey var konuşulacak ama şunla bitireyim. Anlayalım, Mısır, acından ölüyor. Fakat Mısır'ın yıllık petrol rezervi, 80 milyar dolar. Amerika, Camp David anlaşmasını yaptığı için, Enver Sedat zamanından beri, onun yemi olarak her yıl 1,5 milyar dolar ödüyor. Yıllık 1,5 milyar dolara Mısır, Amerika'ya uşaklık ediyor. Halbuki memleketinde, 80 milyar dolarlık petrol var. Yakında basında da yer aldı. "Mısır'da petrol" diye arayın, önünüze çıkar. Bir liste göreceksiniz. Mısır'ın petrolü, yirmi küsur devlete dağıtılmış. Tamamı imtiyazlı, onlar üretiyor, satıyor. Sana bir gram veriyor, kendisi tonla götürüyor. Mursi, bir mühendisle anlaşmış, bir dava açmış. Şu günlerde de o dava görülecekti. Bu imtiyazları iptal etmek için. Mursi'yi devirmek için sadece bu yeter. Bir de işin manevi tarafı var. Kendisi, İhvan-ı Müslimîn'dendir. Ta Şehid Hasan el- Benna merhumun eserlerinden alınmış bir cümleleri vardır. O cümle, "El-Kur'ân-u düsturuna" diye başlar. "Kur'ân bizim anayasamızdır." Mursi, iş başına geldiği zaman bunu haykırdı, biliyor musunuz? "Kur'an bizim anayasamızdır." E, bitti yani. Bir iktidar geliyor, bunu söylüyor. Sonra Allah'ın bu ülkeye verdiği nimeti, zalimlerin elinden alıp halkına vermek istiyor. Bu ikisi, onu iktidardan düşürmeye yeter. Sakın ola ki, o köşe yazarlarının Mursi yapamadı, beceremedi oyununa gelmeyelim. Müminin ferasetine yakışmaz. Allah, bizi ferasetten ayırmasın. Amin.

(Hayrettin Karaman'ın, Ensar Vakfı'nın 30. Geleneksel Kır Gezisi'nde Yaptığı Konuşma)
7 Temmuz 2013
İstanbul/Belgrat Ormanı


HAYRETTİN KARAMAN'IN KONUŞMALARI İNDEKSİ:

A-) Konuşma Metinleri: 1.) 07.07.2013 - Ensar Vakfı Kır Gezisi Konuşması 2.) 25.08.2013 - Anadolu Platformu Konuşması 3.) 17.04.2010 - Evlilik ve Aile Hayatı Konferansı

B-) Konuşma Videoları: 1.) 23.11.2013 - 100. Yılında İmam Hatip Liseleri Uluslararası Sempozyumu Konuşması 2.) 02.11.2013 - Ensar Vakfı Kocaeli Şubesi'nin Açılışında "Ulustan Ümmete" Konulu Konuşma 3.) 16.03.2013 - İstanbul-Bağcılar "İmam Hatip Lisesi" Açılış Programı Konuşması 4.) 2008 Yılında Hayrettin Karaman'ın Hilal TV'de Konuk Olduğu "Namazla Diriliş" Programı Videosu 5.) 2002 Tarihli Sesli Soru-Cevaplar Serisi-1: "Milli Piyango, toto-loto, iddia gibi şans oyunlarının İslam'a göre hükmü nedir?"



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.


Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: