HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


İslâm'ın Yolu

"Mesafelerin yenilmesinin mümkün olduğu asır" dersek, içinde bulunduğumuz asrı en iyi bir şekilde tarif etmiş oluruz. Zirâ nakil vasıtaları, bizden önceki nesillerin hayal edebildikleri en ileri seviyeyi bulmuştur. Ticârî nakil hareketi, beşer tarihinde bilinen sür'at ve genişlik sınırını çok geride bıraktı. Bu gelişmenin tabiî sonucu olarak milletler, iktisâdî hayatlarında birbirine bağlı ve dayalı hale geldi. Bugün hiçbir millet ve cemiyet, dünyadan ayrı, yalnız başına hayat süremez. İktisadî faaliyet ve hareketler yerli (mahallî) olmaktan çıkmış, milletlerarası bir mâhiyet kazanmış, işleyişinde siyasî sınırları ve coğrafî hudutları tanımaz olmuştur. Bununla beraber -bizim problemimiz bakımından daha önemli olarak- yalnız ticaret eşyası değil, aynı zamanda fikrî ve kültürel görüşleri, durmadan artan bir ihtiyaç halinde taşır olmuştur. Fakat bu fikrî ve iktisâdî iki kuvvet yanyana yürürken, milletler arasında alış-verişin karşılıklı olmasını gerektirir. Yani, bir milletin devamlı olarak alıcı, diğerinin de satıcı vasfını alması mümkün değildir. Bu devamlı yolculukta, her ikisinin sürekli olarak iki rolü birden oynaması (hem alması, hem vermesi) gereklidir. Bu ya vasıtasız veya iktisâdî kuvvetlerin temsilcileri vasıtasıyle olacaktır.
"Beşer tabiat ve karakterinin gereği şudur ki, siyâsî ve ekonomik yönlerden kuvvetli ve ileri olan milletler, kendilerinden daha az canlı olan milletlerin yüreklerine korku ve hayranlık salmakta, kendileri tesir altında kalmaksızın onlar üzerinde, sosyal ve kültürel yönlerden müessir olmaktadırlar. Batı ile İslâm âleminin temaslarında da durum işte böyledir."
Tenkitçi müverrihe (tarihçiye) göre, Garb medeniyyetinin İslâm âlemine yaptığı tek taraflı kuvvetli tesir, dehşet ve hayret verici bir olay değildir. Çünkü diğer yerlerde de benzerleri bulunan, târihî bir tekâmülün normal sonucudur. Fakat tarihçi bu sonuca razı olurken, ondan başka durumda olan biz, problemi çözülmemiş buluruz. Biz tarafsız bir seyirci değiliz; bu temsilin gerçek oyuncularıyız. Kendimizi, Hz. Muhammed (s.a.)'in izinde gören bizlere göre gerçekte problem buradan başlamaktadır.
Biz inanıyoruz ki -diğer dinlerden farklı olarak- İslâm, çeşitli kültürel vaziyet ve durumlarla uzlaştırılması mümkün olan, aklın rûha ait bir yöneliş ve görüşü değildir. Bilâkis o, başlıbaşına bir kültür âlemi ve sınırları belli bir sosyal nizamdır. Yabancı bir medeniyet bize şuâını uzatınca ve kültürel cihazımızda bir değişiklik meydana getirince, kendi kendimize sormamız ve araştırmamız gerekir: Bu yabancı tesir, bizim kültürel imkânlarımızın hareket ve yönelişlerine katışır veya onun karşısına durursa İslâm'ın kültürel benliğine ne yapar? Kuvvetleri yenileyen bir serum tesiri mi, yoksa zehir tesiri mi?
Bu sorunun cevabı ancak tahlîl metodu ile verilebilir. Bu sebeple bizim önce bu iki medeniyyetin (İslâm medeniyyeti ve yeni Garb medeniyyetinin) muharrik kuvvetlerini ortaya koymamız, sonra da aralarındaki yardımlaşma ve alış-verişin varması gereken sınırı incelemeye koyulmamız gerekmektedir. Ayni zamanda İslâm kültürü, temeli bakımından dîne bağlı bir kültür olduğu için dînin insan hayatında oynadığı rolü de araştırmamız lâzımdır.
İnsanda "dînî düşünüş ve davranış" diye isimlendirdiğimiz şey onun, rûhî ve hayatî hallerinin normal sonucudur. İnsan kendi başına hayatın kapalı taraflarını, doğum ve ölümün sırlarını, sonsuz ve sınırsız esrarını çözemez. Çünkü -bu yönde- düşünüşü, aşılmaz engellerle çevrelenmiştir. Fakat insan, umumiyetle iki şeyden birini yapabilir:
1. Hayatı bütünüyle anlamak arzusundan tamamen uzak kalır. Bu durumda insan, sadece açık tecrübenin sonuçlarına dayanır, vardığı her neticeyi kendi sınırı içine hapseder. Böylece hayatın bazı parçalarını anlama imkânına erer. Bu bilgi ve anlayış, insanın tabiat âlemini tanıyabilmesi ölçüsünde sayı ve açıklık bakımından artar veya eksilir. Fakat bu anlayış daima, tümünü anlamak beşer kudretinin üstünde bulunan bir bütünün bazı parçaları olarak kalacaktır. Tabiat ilimlerinin (pozitif bilimlerin) tuttuğu yol işte budur.
2. Bu ilmî imkânın yanında insanın elde edebileceği ikinci imkân "din yolu"'dur. Bu yol insanı, çoğu zaman vicdânî tecrübe ve sezgi yoluyla hayatın, birincininkinden daha şümûllü bir tefsirini kabule götürmektedir. Bu tefsir, insan anlayışının kavrıyamadığı bir plâna göre bu âlemi idare eden, yüksek ve eşsiz bir kudretin varlığını kabule dayanmaktadır.
Daha önce de söylediğimiz gibi bu görüşten dolayı insanın, ilmî tefekkürün çözebileceği kadar, hayatın bölüm ve gerçeklerini araştırmaktan geri kalması gerekli değildir. Zira ilmî görüşle vicdânî görüş arasında esaslı bir zıtlık ve anlaşmazlık mevcut değildir. Fakat ikinci yol (din yolu) hayatı, aslında ve muharrik kuvvetinde bir vahdet, düzenli ve müvazeneli bir bütün olarak anlamak için aklî düşüncenin takip edebileceği tek yoldur. Buradaki "düzenli" tâbirinin -ki bu çok defa yanlış kullanılmaktadır- bizce çok büyük bir önemi vardır. Çünkü bu, insanın düzenli ve düzene uygun bir şekilde yaşamasını gerektirmektedir. Dindar bir kimse, başına gelen veya kendinde olan herşeyin körükörüne, şuursuz ve hikmetsiz olmadığını bilmekte ve kabul etmektedir. O inanmaktadır ki bunlar, şuûrun tek mümessili olan Allah iradesinin neticesidir. Kendisi de bu cihanşümûl programın canlı bir parçasıdır. İşte böylece insana, kendi benliği ile tabiat adı verilen "açık ve sabit gerçeklerden meydana gelen realite âlemi" arasındaki zorlu anlaşmazlığı çözme imkânı verilmektedir.
İnsan, bütün otomatik ve girift organizması, duygu ve fikrî şüpheleriyle kendini, açıklamamıza imkân bulunmayan garip bir tarzda, emniyet ve tehlikesi, şiddet ve merhameti birbiriyle imtizac etmiş bir tabiat âlemi önünde bulmaktadır. Sanki tabiat dış görünüşüyle insanın düşünce yapısına ve şekline aykırı temeller üzerinde işlemektedir. Sırf ayakta duran felsefeye de, pozitif ilimlere de bu aykırılığı çözme imkânı verilmemiştir. İşte din burada işe karışmaktadır. Dinî düşünce ve tecrübenin ışığı altında, anlıyan insan benliği ile dilsiz ve görünüşte mesuliyetten sıyrılmış tabiat, bir iç düzen (insicam) içinde birleşmektedir. Çünkü insandaki ferdî şuur ile onu da içine alan ve işgal eden tabiat -birbirinden farklı da olsalar- bizzat, yaratıcı ve tek iradenin iki eserinden farklı birşey değildir. Bu yoldan dinin insana bahşettiği en geniş hayır ona, yaratıkların ebedî hareketi içinde kendinin de bir parça olduğunun ve olacağının kuvvetle anlatılmış olmasıdır. O, bu cihanşümûl cihazın hudutsuz düzeni içinde mahdut bir parçadır. Bu anlayışın ruhî önemi, çok derin bir huzur duygusundan gelmektedir. Bu huzur, korku ve ümit arasındaki âhenk ve müvazenedir. Bu âhenk da dindarı dinsizden ayıran en büyük hususiyettir.
Bu temel durum, isimleri ne olursa olsun bütün dinlerde vardır. İnsanın kendini, tabiatta tecelli eden Allah iradesine bırakması için teşvik de yine bütün büyük dinlerde yer almaktadır. Fakat İslam -ve yalnız o- bu nazarî istidlâl ve öğüdü aşmaktadır. O insana, Allah'ın birliğinden neş'et ettiği için hayatında bir bütün olduğunu anlatmakla kalmayıp bize, her birimizin dünyevî hayat çerçevesi içinde, hem şuurunda hem de vücudunda iş ve fikir birliği kurabileceği pratik (amelî) yolu da göstermektedir. Hayatta bu yüce hedefe erebilmek için İslam'da insan, dünyayı terketmeğe mecbur bırakılmamıştır. İslam'da insanın, rûhî temizliğe giden bir kapı açması için hırka giymeye, târik-i dünya olmaya ihtiyacı yoktur; bu İslâm'ın ruhuna tamamen yabancıdır.
İslâm, ne mistik bir inanç, ne de bir felsefedir. O, Allah'ın yarattıkları için koyduğu kanunlara uygun bir hayat tarzı ve yoludur. Onun en yüksek işi, insan hayatının maddî ve manevî hayatı arasında tam bir uzlaşma meydana getirmektedir. Bu iki tarafın, İslamî esas ve vazifelerde, insanın maddî ve manevî hayatı arasında hiçbir çelişmeye yer verilmeyecek şekilde uzlaştıklarını görürsünüz. İslâm, bu iki yönün uzlaşmasını hayatın tabii temeli olarak gördüğü için buna önem vermiştir.
Kanaatıma göre, namazda huşûun (gönül saygısının) bir takım beden hareketleriyle karışık olmasının sebebi budur. İslâm'a düşmanlıklarıyle şöhret yapmış bazı tenkitçiler, bu şekilde namazı, İslam'ın gösteriş ve merasim dini olduğu şeklindeki iddialarına delil olarak kullanırlar. Gerçekte ise bedenin işleriyle ruhun işlerini tamamen birbirinden ayırma âdeti diğer din sâliklerine aittir. Bunlar, sütçünün yağı sütten ayırdığı gibi iki unsuru birbirinden ayırırlar ve kolayca anlıyamazlar ki, İslâm'ın saf sütünde bu iki unsur (süt ve yağ) cüzler halinde birbirinden ayrı oldukları halde, yanyana yaşamakta ve kendilerini en güzel bir şekilde ifade etmektedirler.
Bu görüşe, tavaf vazifesinde (Mekke'de, Kâbe çevresinde koşup dolaşırken) bir başka örnek daha vardır. Bu mukaddes şehre hac için giden her Müslümana tavaf farz olduğu ve bu farz İslâmî haccın üç temel esasının en önemlisi bulunduğu için şöylece kendi kendimize sormak hakkımızdır: Bunun mânâsı nedir? Bu şekilde hareketle Allah'a saygımızı ifade etmemiz zarûrî midir?
Cevap tam mânâsıyle açıktır. Çünkü biz, bir şeyin etrafında dolaşmakla, onun hareketimize merkez noktası olduğunu tesbit ve kabul etmiş oluruz. Her Müslümanın, namazında kendisine yöneldiği Kâbe, Allah'ın birliğini remzeder. Onun çevresinde tavaf ise insan hayatının çabalarını temsil eder. Böylece görüyoruz ki tavâf, yalnız Allah huzurunda eğilen düşüncelerimizi değil, aynı zamanda pratik hayatımızı, işlerimizi ve çabalarımızı da hedef edinmektedir. Bütün bunların kendi benliklerinde, Allah fikrini ve O'nun birliğini, merkez noktaları olarak temsil etmeleri gereklidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm buyurur: "Cin ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zâriyât: 59).
İslâm'da ibadet anlayışı, diğer bütün dinlerinkinden farklıdır: İslâm'da ibâdet, meselâ namazlar ve oruç gibi sırf saygı belirten hareketlere has ve bağlı değildir. O, insanın faaliyet hayatının tümünü içine almaktadır. Genellikle hayatımızın gayesi Allah'a ibadet olunca, bütün tezâhürlerinde hayatı, çeşitli yönleriyle bize yüklenmiş bir mes'uliyet ve emânet olarak görmemiz zarûrî olarak ortaya çıkıyor. Böylece de önemsiz gibi görünenleri de dahil olmak üzere bütün işlerimizin birer ibadet olarak yapılması gerekli olur. Bu, her işimizi şuur içinde, Allah'ın eşsiz olarak ortaya koyduğu kâinatşümûl programın bir parçası olarak yapmamız demektir. Bunu, sıradan bir kimse, gerçekleştirilmesi güç bir yüksek ideal olarak görür. Fakat, dinin de hedefi, yüksek ideali reel varlıkta gerçekleştirmek değil midir? İslâm'ın bu konudaki durum ve tutumu hiç tevil götürmez. O önce bize, devamlı ve insanın çeşitli işlerinin hepsinde temsil edilmesi gerekli olan ibadetin, hayatın gerçek mânâsı olduğunu öğretiyor; sonra da, hayatımızı manevî ve maddî diye iki kısma ayırdığımız müddetçe bu hedefe ulaşmanın imkânsız olduğunu bildiriyor: Bu iki hayatın, faaliyet ve şuurumuzda, düzenli bir bütün ve kül teşkil etmek üzere birleşmeleri gereklidir. Allah'ın birliği hakkındaki inanç ve düşüncemiz, hayatımızın çeşitli görünüşlerini birleştirip uzlaştırma gayretinde kendini göstermelidir.
Burada, bu görüşün mantıkî bir sonucu ile karşılaşırız ki bu, belli başlı dinî nizamlar ile İslâm arasındaki başka bir farkı gösterir: İslâm prensip olarak, yeryüzü ile onun yaratıcısı arasındaki metafizik ilgileri düzenlemeyi üzerine almakla yetinmiyor; en az bu kadar önem vererek, ferd ile onun sosyal çevresi arasındaki münasebetlere de el atıyor.
İslâm'da dünya hayatına, bayağı ve başıboş bir tesadüf olarak veya kendi başına bir mânâ taşımayan ve şüphesiz gelecek olan âhirete ait bir hayal olarak bakılmaz. O kendi başına bütün ve sabit bir vahdettir. Allah Teâlâ, yalnız zâtıyle değil, aynı zamanda ona yönelen gaye ile de vahdet (birlik)'tir. Bu yüzden onun yarattığında da -muhtemelen zâtında fakat mutlaka- ondan beklenen gaye bakımından vahdet esastır.
Biraz önce açıkladığımız gibi en geniş mânâsıyle ibadet, İslâm'ın insan hayatından kastettiği mânâyı teşkil etmektedir. Yalnız bu anlayış bile, ferdî dünya hayatının çerçevesi içinde insanın kemâle ulaşabileceğini gösterir. Diğer dinî nizamlar içinde yalnız İslâm'ın, dünya hayatında ferdî ve şahsî kemâlin imkânını ilân ettiğini görüyoruz.
İslâm bu kemâli, bedenî şehvet ve arzuları öldürme sonucuna bırakmıyor. Hind dinlerinde olduğu gibi bizi, birbirini takip eden zincir halkaları halinde tedrîcen ruhların tenâsühüne (göçüne) hazırlamıyor. Cüz'î benliği yok edip dünya ile duygu alâkasını kesmedikçe insan için kurtuluş ve kemalin tamamlanamıyacağını iddia eden Budizm'e de uymuyor.
İslâm bütün kuvvetiyle ilân ediyor: İnsan, dünya hayatında kemâle ulaşabilir. Bunun yolu kendi hayatında dünyalık imkânların hepsinden tam mânâsıyle faydalanmak suretiyle olacaktır.
Yanlış anlaşılmadan kaçınmak üzere, aşağıda geleceği gibi burada "kemâl"i tarif etmeyi uygun görüyoruz:
Biz, insana ait canlı ve sınırlı olaylar üzerinde durdukça, "mutlak kemâl" mefkûresini düşünemeyiz. Çünkü mutlak olan herşey ilâhî sıfatlar âlemine aittir. İnsana ait kemâlin, maddî ve rûhî mânâlarında, sırf ferdî münasebetler ve nisbî (rölativ) alâkalar taşıması zarurîdir. Bu kemâl, bütün ideal vasıflarla donanmayı gerektirmediği gibi, kendi dışındaki insanlık âleminden, tedrîcen yeni sıfatlar edinmeyi de gerekli kılmaz. Bu kemâlin gerektirdiği şey, ferdde daha önceden bulunan müsbet vasıfları geliştirmek ve güzelleştirmektir. Bütün bunlar da, insanda yaratılıştan var, fakat gizli olan kuvvetleri uyandırma yoluyla olacaktır.
Hayat tezahürlerinin çeşitli olması dolayısiyle, insanda yaratılıştan var olan sıfatlar da durumdan duruma değişmektedir. Bu sebeple, bütün insanların ayni kemâli elde etmeleri gerektiğini -veya isteseler edebileceklerini- sanmamız imkânsızdır. Nitekim, mükemmel bir yarış atıyla eksiksiz bir yük atından ayni sıfatları taşımalarını beklememiz de böylece imkânsızdır. Bunların her biri, kendi nev'i içinde tam ve makbul, fakat asıl karakterleri farklı olduğu için birbirinden de daima farklı olabilir.
Beşer konusunda da durum aynıdır. Kemâl (tam oluş) için, belli bir çeşide göre bir ölçü tutulsa, buna uyabilmeleri için insanların, şahsiyetlerini meydana getiren farklardan sıyrılmaları veya onları başkalarıyla değiştirmeleri yahut da öldürmeleri gerekecektir. Fakat bu, şu dünyada hayata hâkim olan ve ferdler arasındaki farklı oluş'a dayanan İlâhî kanunu bozmaya varır. Bu sebeple, nefsi kahredip öldürme dini olmayan İslâm insanlara, şahsî ve sosyal hayatında çeşitli rûhî meyiller ve duyguların, kendi isti'datlarına uygun bir tekâmüle doğru serbestçe ilerliyebilmesi için geniş imkânlar bahşetmektedir.
Böylece insan bazan zâhid (târik-i dünya) olur, bazan da -din çerçevesinden uzaklaşarak- son haddine kadar maddî lezzetlerden faydalanır. Bütün bunlarla birlikte, yarını için lokma ayırmayı düşünmeden çölde dolaşan bir Arap yahut servetine gömülmüş bir tâcir olabilir. İnsan, Allah'ın kendisine farz kıldığı kaidelere, ihlas ve saygı içinde boyun eğdikçe, şahsî hayatını, tabatının kendisini yönettiği tarzda şekillendirmekte serbesttir. İnsanın vazifesi, kendinde olanın en iyi ve güzelini ortaya koymak, bununla, Allah'ın ona bahşettiği hayat nimetini değerlendirmek, elinde olan ilerleme ve yükselme vâsıtalarıyle manevî, sosyal ve maddî hayatlarında insanoğullarına yardımcı olmaktır.
Bu şahsî hayatın şekli, hiçbir ölçü ile kayıt altına alınmış değildir. Kişi, meşrû olan imkân çeşitlerinden dilediğini seçmekte serbesttir. Sınıra gelince orada durur.
İslâm'da irade hürriyeti, insanda iyiliğin (hayırlı oluşun) asıl olduğu temeli üzerinde durur. İnsanın, hatalı ve günahkâr yaratıldığını kabul eden Hıristiyanlığa ve insanın başlangıçta kirli olduğunu, bu sebeple son kemâle doğru bir çok gömlek değiştirmeye (tenâsühe) mecbur olduğunu ileri süren Hinduizme ayak uydurmaz. İslâmî talimatın, insanın temiz ve tam olarak yaratıldığını kabul ettiğini görmekteyiz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm buyurur: "İnsanı en güzel bir şekilde yarattık" (Tîn: 4, 5). Fakat bu âyet tamamlanmak üzere şöyle devam eder: "Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik; bundan ancak iman eden ve sâlih ameller işleyenler müstesnâdır."
Bu âyet, yalnız insanın tam ve temiz yaratıldığı inancını getirmekle kalmıyor, aynı zamanda, inkâr ve iyi amelleri terkin bu kök kemâli yıktığını ifade ediyor. Sonra insan, şahsî kemâlini korumaya veya -onu kaybetmiş ise- tekrar elde etmeğe muktedir olabiliyor; yeter ki tam şuuruyla Allah'ın birliğini anlayıp kabul etsin ve O'nun koyduğu din kaidelerine bağlansın.
Buna göre kötülük, asla temelden ve köklü değildir. Onu insan, hayatında kazanır. Şu halde kötülük, Allah'ın bütün insanlara verdiği fıtrî ve müsbet sıfatları kötü kullanmaktan ileri gelmektedir. Daha önce de söylendiği gibi bu vasıflar fertler arasında farklıdır. Fakat bunlar daima kendi başlarına tamdır ve bunların en yüksek kemâle ulaşmaları, insanın şu yeryüzündeki yaşayışı sırasında mümkündür.
Biz kabul ediyoruz ki âhiret hayatı -orada duygu ve anlayışla ilgili durumlar tam mânâsıyle değişeceği için- bize yepyeni vasıf ve kabiliyetler bahşedecek ve bunlar, insan rûhunun ilerlemesinin devamını sağlayacaktır. Fakat bu yalnız âhiret hayatımızla ilgilidir.
Biz bu dünya hayatında da İslâmî talimatın ifade ettiği gibi kemâlin zirvesine ulaşabiliriz. Bu, ferdî hayatımızı teşkil eden kuvvetli müsbet vasıflarımızı yükseltmeğe çalıştığımız zaman olacaktır.
Bütün diğer dinler arasında görüyoruz ki yalnız İslâm insana, rûhî yaşayışını bir an zâyi etmeden, dünya hayatından azamî derecede faydalanma imkân ve fırsatını veriyor. Bu, Hıristiyanlığın görüşünden çok farklıdır. Hıristiyanlık inancına göre insan, Âdem ile Havva'nın işledikleri ve onlardan kalan günah içinde tökezleyip duruyor. Buna göre bütün hayat, en azından kederlilerin karanlık vâdisi oluyor. Artık o, iki kuvvetin çarpıştığı meydandır: Şeytanda temsil edilen şer ve Mesîh'te temsil edilen hayır. Şeytan, maddî (cesetle ilgili) çabalarla insan rûhunun, ezelî nûra giden yolunu kapamak istemektedir. Rûh, Mesîh'in mülküdür; fakat cesed, şeytana ait tesirlerin oyuncağıdır. Bunu şöyle ifade etmek de mümkündür: Madde âlemi temelinden şeytânîdir; halbuki rûh âlemi ilâhîdir ve hayırlıdır. İnsan yaratılışında madde namına ne varsa -yahut Hıristiyan ilâhiyatının demeyi tercih ettiği "ceset"- şeytanın, (yâni madde ve zulmetin cehennemlik reisinin) öğüdünü dinlemekle Âdem'in düştüğü hatânın doğrudan sonucudur.
İşte bu sebeple insana, eğer kurtuluşa ermek istiyorsa gönlünü, et ve kemik âleminden, Mesîh'in kurban edilmesiyle beşerî günahın çözülüş makamına yâni rûh âlemine çevirmesi gereklidir.
İslâm'a gelince, onda herkese miras kalan aslî günah diye birşey bilmiyoruz. Aynı sebeple bütün insanları içine alan bir af bahis konusu değildir. Af ve kurtuluş veya tersi, herkesin kendi şahsıyle ilgilidir. İnsan kendi eliyle yaptıklarına bağlıdır. O, rûhî kurtuluşun veya kaybın bütün imkânlarına sahiptir. Kur'ân-ı Kerîm, insanın şahsiyeti hakkında şöyle der: "Onun lehinde kazandığı, aleyhinde de elde ettiği vardır" (Bakara: 286). Diğer bir yerde de şöyle der: "İnsana ancak gayretinin semeresi vardır" (Necm: 39).
İslâm dünyayı karanlık gören Hıristiyanlıktan bu hususta ayrıldığı gibi bugünkü Garp medeniyetinin gidişine aykırı olarak da bize, dünya hayatına aşırı bir önem vermemeyi öğretmektedir.
Modern Garb -Hıristiyanlığı bir tarafa- hayata, oburun yiyeceğe taptığı gibi tapmaktadır: Onu yutmakta fakat saygı göstermemekte. Halbuki İslâm dünyaya vakar ve hürmetle bakar. O, dünya hayatına tapmaz, fakat onu, daha yüce bir hayata geçiş yolculuğu üzerinde bir muvakkat konak olarak görür. O, bir geçit, hem de zarûrî olan geçit olması itibariyle, onu küçümsemek veya kıymetini inkâr etmek kimsenin hakkı değildir.
Bu dünyada yolculuğumuzun bir gün sona ermesi zarûrîdir. Allah bunu böyle takdir etmiştir. Bu sebeple de insanın dünya hayatının büyük bir önemi vardır. Fakat unutmamamız gerekir ki bu önem, gayenin vâsıtasına âittir.
İslâm'da, materyalist Garb gibi, "Benim yurdum, yalnız bu dünyadadır" görüşüne imkân ve cevaz yoktur. Aynı şekilde İslâm Hıristiyanlığın, "Benim yerim bu dünya değildir" görüşünü de benimsemez. İslâm bu konuda şöylece orta yolu tutar (Bunu ifade için Kur'ân-ı Kerîm'in bize öğrettiği duâ şöyledir): "Rabbimiz! Bize dünyada iyiliği, âhirette de iyiliği ver..." (Bakara: 201).
Böylece görmüş oluyoruz ki, bu dünyayı ve onun faydalarını gerekli şekilde tanıyıp kullanmak, bizim rûhî cehid ve gelişmelerimizin önünde bir engel taşı olmamaktadır.
Maddî başarı İslâm'da da makbul ve muteberdir; ancak gaye değildir. Zira gaye, önce ferdî ve dolayısıyle sonra içtimâî öyle bir durum ve muhit meydana getirmek veya varsa onu korumaktır ki bu, İslâmî ideolojiye uygun bir şekilde insan ahlâkının yükselmesini temin etsin...
İslâm insanı, küçük, büyük yaptığı bütün işlerinde, ahlâkî mes'uliyet şuuruna ulaştırmak istiyor. İslâm'ın dinî nizamı hiçbir zaman İncil'in şu buyruğuna cevaz vermiyor: "Kayser'in hakkını Kayser'e, Allah'ın hakkını da Allah'a veriniz."
İslâm, hayatî ihtiyaç ve vazifelerimizi, amelî ve ahlâkî diye ikiye bölmeye kat'iyen izin vermiyor. İki şeyden birini seçmek bahis konusudur: Hakk yahut bâtıl. İkisi ortasında bir durum ve derece daha yoktur. Bu sebeple İslâm, amel ve tatbik üzerinde ısrar etmektedir; çünkü bu, ahlâkın ayrılmaz bir cüz'üdür, onun yerine başkası geçemez.
Bundan dolayı her Müslüman kendisini, içinde bulunduğu muhitten ve etrafında cereyan eden olaylardan bizzat mes'ul bilmelidir. Her vakit ve her yerde, Hakkı ayakta tutmak ve bâtılı ortadan kaldırmak için cihad ve mücadeleyi kendine vazife telâkki etmelidir. Zira Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurur: "İnsanlar için -örnek olsun diye- çıkarılmış bir ümmetsiniz; iyiyi emreder, kötüyü yasak kılar, Allah'a iman eylersiniz" (Âl-i İmrân: 110).
İşte ilk İslâm cihad ve fetihlerinin yahut da sözde İslâm emperyalizminin ahlâkî yönden meşrû oluşu buradan gelmektedir.
Eğer bu tâbiri kullanmak zarurî ise İslâm "emperyalist"tir. Fakat bu husûsî emperyalizmde ne istilâ ve hüküm altına alma sevdasının, ne de millî iktisad egoizminin tesiri vardır. İlk İslâm mücahidlerini cihad meydanlarına çeken, hayatlarını güçlük içinde geçirmeleri ve başka bir millet hesabına (zararına) onu bolluğa kavuşturma arzuları değildir. Onların tek gayesi, insanı, mümkün olan en üstün rûhî seviyeye serbestçe çıkarabilecek muhiti kurmak ve imkânı temin etmekti. Nitekim, İslâm'da fazîleti bilmek, insana onu tatbik etme mükellefiyetini de yüklemektedir.
Hayrın çoğalması, şerrin azalıp yok olması için teşvik ve mücadele etmeksizin, sırf nazarî ve platonik bir şekilde bunları birbirinden ayırmak, İslâm nazarında günahkârlıktır.
İslâm'a göre fazilet, insanlar onun için mücadele eder, onun otoritesini yeryüzünde hâkim kılarlarsa yaşadığı gibi, yine insanlar onu terkedip yardımlarını esirgeyince ölür ve yok olur.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: