HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


3. Prof. Dr. Hasen Hâmid Hassân(93):
Bu teblîğ, bir giriş ile iki bölümden oluşmaktadır. Girişte şerîatın (İslâm Hukukunun) kanunlaştırılması ve uygulanması kavramları açıklanacak, bunun yapılmamasının İslâm ülkelerinde meydana getireceği problemlere temas edilecektir. Birinci bölümde, İslâm ülkelerinin halihazır hukukî hayatları analiz edilecek ve bunu değiştirmek için ortaya konan çabalar değerlendirilecektir. İkinci bölümde ise şu konular ele alınacaktır: İslâm Hukukunun kanunlaştırılması ve uygulanması, bundan önce veya bununla beraber yapılması gereken şeyler, Dünya İslâm Birliği'nin bu iki konu ile ilgili rolü ve katkıları.

Giriş:
1. Kavramlar:
Şerî'atın kanunlaştırılmasından maksat, bundan ictihad yoluyla elde edilmiş bulunan fıkhın, anlaşılmasını kolaylaştıracak, hâkimlere ve diğer hukuk adamlarına uygulamada yardımcı olacak bir kalıba sokulmasıdır. Bu da önce, hükmü kanunlaştırılmak istenen mesele üzerindeki çeşitli ictihadları derlemek, sonra da kanunlaştırmak üzere bunlardan birini seçmek sûretiyle yapılacaktır. Eğer mesele (hâdise, problem) ile ilgili daha önceden yapılmış bir ictihad yoksa, önce ictihad usûlüne ve hüküm çıkarma metodlarına göre ictihad edilerek meselenin hükmü ortaya konacak, sonra bu hüküm bir kaide veya madde şekline dökülecektir. Daha sonra da bu maddeler veya kaideler, bugünkü kanunlarda olduğu gibi, mevzûlarına göre "aile hukuku, miras ve vasıyet hukuku, ceza hukuku, idare hukuku, devletler hukuku" gibi dallara ayrılacaktır.
İslâm hukukunun uygulanmasından maksat, yukarıdaki şekilde hazırlanan kanun teklif ve tasarılarının, selahiyetli kurum ve makamlarca kanunlaştırılması ve yürürlüğe sokulmasıdır.
"Beşerî kanunların İslâmlaştırılması" terimi de yeni bir terim olup bundan, bir İslâm ülkesinde mevcut ve yürürlükte olan yabancı kanunların, İslâm hukukunun genel maksatları ve özel hükümlerinin ışığı altında incelenmesi, bunlara aykırı bulunan maddelerin -benimsenen ayıklama ölçü ve metoduna göre- ayıklanması kastedilmektedir.

2. Mevzûun önemi ve getirdiği problemler:
İslâm Hukukunu uygulamak demek, hayâtın bütün sâhalarında Allah'ın çizdiği yolu izlemek ve O'nun talimâtına uymak demektir. Aslında Allah'a kul olmak bunu gerekli kılmakta; O'nun yegâne itâat edilecek İlâh olduğuna, O'nun vahyinin gerçeğe açılan tek yol olduğuna, O'nun şerî'atının -ve yalnızca bunun- ihtiyaca cevap verdiğine, faydalı olanı hasıl ettiğine ve adâleti gerçekleştirdiğine, O'nun vahyine ve şerîatine aykırı olan sistemlerde adâlet, hak ve faydanın bulunmayacağına... inanmak bunu (O'nun şerîatine uymayı) kaçınılmaz hale getirmektedir. İslâm'a göre, ilerlemeye ayak uyduramıyor, gelişmeyi takip edemiyor, çağın esprisine uygun düşmüşyor diyerek İslâm hukukunu uygulamak istemeyen ve vahye boyun eğmeyi reddeden kimselerin imanları makbul değildir.
İslâm'a göre toplumun menfaati, insanların yalnız kendi akılları ile ortaya koydukları ilkeler, teoriler, kurumlar ve kanunları bırakıp, bunların yerine, Kitâb (Kur'an) ve Sünnet'te kendini gösteren, Allah'ın vahyi ve kanununu almakla gerçekleşecektir. İslâm Anayasa Hukukunda "meşrû'iyet" veya "hukukun üstünlüğü" şeklinde ifade edilen ilke budur. Bu ilkeye göre devletin işleri, yönetimi, kararları ve tasarrufları İslâm'a uygun olacaktır. Buna aykırı olduğu takdirde hükümsüzdür (butlân ile malûldür), herhangi bir hukukî sonuç doğurmaz. İslâm'a uygun bulunan kısmı dışında bu tasarruflara ve kararlara uymak, mükellefler için gerekli değildir; "Yaratıcıya ısyan pahasına yaratılana itâat edilemez" prensibi bu sonucu doğurmaktadır. Hukuk çerçevesi içinde devletin işlerini, çeşitli makamlarının tasarruflarını, İslâm'a uygunluk bakımından kontrol etmek, aykırı olanların değiştirilmesini yine hukukî yollardan talep etmek -emr-i bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker vazifesinin bir uzantısı olarak- müslümanların hakkı ve ödevidir. Bu ilke, devleti bütün fonksiyonları ile bağlamakta, "kanun yapma, adâlet tevzîi, icrâ ve infâz" gibi bütün sahâlarda uygulanması gerekli bulunmaktadır.
İslâm Hukukunun üstünlüğü veya meşruiyet ilkesini korumak devletin kuruluş temelini, varlık sebebini teşkil etmekte ve hükûmetlere verilen iktidarların da meşruiyet vasfını belirlemektedir. Bu sebepledir ki İslâm hukuk âlimleri (fukahâ), "Devlet başkanının vazifesinin, dini korumak ve dünyayı buna göre yönetmek" olduğunda birleşmişlerdir. "Dini korumak"tan maksat, meşrûiyet ilkesini korumak ve gerek ferdler ve gerekse devletin organ ve kurumlarınca bunun uygulandığından emin olmaktır, bunu sağlamaktır. "Dünya işlerini buna göre yürütmek"ten maksat da, hayatın her sahâsında şerîatı uygulamaktır.
Devlet ve onun kurumları, "İslâmî meşrûiyet ilkesini" korumak, kendisine tâbi olanların tamamı tarafından İslâm'ın uygulanmasını ve üstünlüğünün tanınmasını sağlamak maksadı ile kurulduğuna, iktidâr sahiplerine bu güç, mezkür fonksiyonu gerçekleştirmeleri için verildiğine göre, her şeyden önce iktidarı elinde tutanların, bu "İslâm hukukunun üstünlüğü" prensibine bağlı kalmaları gerekmekte, aksi halde devlet varlık temelini, iktidar da meşrûiyet dayanağını kaybetmektedir.
Bugün İslâm dünyasının yaşadığı kritik durum kendisini şu tabloda göstermektedir: İslâm ülkelerinin büyük bir kısmı Allah'ın şerîatını tatbîk etmemekte, bunun yerine insanların yaptığı kanunları ve müesseseleri koymakta, buna karşı mezkür devletlerin halkları hükûmetlerinden şerîatın uygulanmasını istemekte, bunun için ellerinde bulunan imkânlarla mücadele etmektedirler. Hükûmetler ise şu gerekçelerden birini ileri sürerek mezkür isteğe şiddetle karşı çıkmaktadırlar: a) Bu şerî'at (İslâm dini ve hukuku) çağın şartlarına uygun düşmemekte, problemlere uygun çözümler getirememekte, bunun sonucu olarak da gelişmelere ayak uyduramamakta, ilerlemenin peşinden gelememektedir. b) Bu şerîat, anlaşılmasını kolaylaştıracak ve hâkimlere uygulamada yardımcı olacak şekilde kanunlaştırılmamıştır. c) Milli toplumun şartları ve milletlerarası durum bakımlarından bu uygulamanın henüz vakti gelmemiştir; şartlar uygun hale gelince hükûmet bu uygulamayı başlatacaktır... İşte bu sebeple, şerîatın uygulanmasını isteyen halklar ile bunların, uygulamaya karşı çıkan hükûmetleri arasında bir mücadele sürüp gitmektedir. Bu mücadelenin menfî sonuçları ise milletin birliğini bozması, çabalarını dağıtması, güvenliğini tehlikeye düşürmesi, devletin Allah yolunu hakem kılmasına karşı çıkanların şiddet ve baskı yoluna başvurmalarına, gönüllere korku salmalarına ve masûm insanların kanlarını akıtmalarına sebep olmasıdır. İslâm ümmetinin yaşadığı problemin boyutları budur. Bu problem iyi niyetli kimselerin bir araya gelerek pratik çözümler aramalarını ve İslâm ümmetinin inanç, ahlâk ve hayat nîzamı bakımlarından İslâm'a tam bir dönüş yapmaları için gerekli plân ve programı hazırlamalarını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Burada, açıklığa kavuşturulması gereken çok önemli bir nokta vardır: İslâm dünyasının halkları, Kitâb ve Sünnet'in metinlerinde temsil edilen Allah'ın vahyinden ibâret olan şerîatın uygulanmasını istiyorlar. Çağın problemleri karşısında yetersiz kaldığını iddiâ ederek buna karşı çıkanlar ise bundan, ictihad yoluyla şerîattan (Kitâb ve Sünnet'ten) çıkarılmış olan fıkıh hüküm ve kaidelerini kastediyorlar. Halbuki bu ikisi arasında büyük fark vardır. Şerî'at Allah tarafından vahyolunmuştur, fıkıh ise müctehidin, bu vahiy ile ilgili anlayışıdır. Müctehid hatâ da edebilir isâbet de, onun görüşü alınır da alınmaz da. Bir müctehidin görüş ve ictihadını terkettiğimiz zaman bir başkasınınkini alabiliriz. Yahut, mesele ictihadlık bir mesele olduğu müddetçe ve ictihad ehliyetine sahip kimseler bulundukça biz de ictihad ederek yeni çözümler üretiriz. Elde ettiğimiz ictihâdî görüş ve hüküm, dînî nassın (âyet ve hadîsin) muhtemel mânalarından biri olduğu müddetçe biz şerîat sınırından dışarı çıkmış olmayız ve onu, mûteber bir şekilde uygulamış bulunuruz. Şerîat sınırından çıkmak ancak, nassın; dil kaidelerinin ve dinin gayesinin teyit ettiği "bütün mânalarını ve ihtimallerini" terketmek suretiyle olur, bu yapılmadıkça şerîate aykırı davranılmış olmaz.

Birinci Bölüm:
İslâm ülkelerineki hukukî durumun analizi ve İslâm hukukunun uygulanması için sarfedilen çabaların değerlendirilmesi:
1. Teşebbüsler, çabalar:
İslâm ülkelerinin çoğu halen, İslâm hukukunun genel maksatlarına ve ilkelerine ters düşen ve çoğu kez ictihada dayalı fıkıh hükümlerine de aykırı olan, insanlar tarafından yapılmış kanunları ve düzenlemeleri uygulamaktadırlar. Bu kanunların büyük bir kısmı köklerini, İslâm toplumlarının dışından almakta ve İslâmî ilkeler, değerler ve talimâtın ikliminde yaşayan müslüman milletlerin iman ettiklerine aykırı bulunan felsefelere, kavramlara, değerlere, ilkelere, örf ve âdetlere, tarih ve medeniyete dayanmaktadırlar.
Bazı İslâm ülkeleri, müslüman olmayan toplumlardan aldıkları kanunları tadîl ederek kendi toplumlarının şartlarına uygun, ihtiyaçlarına cevap verir ve hâkim bulunan değer hükümleri ile bağdaşır hale getirme teşebbüsünde bulundular. Bu işi yapmakla görevlendirilen komisyonlar istenen tadilâtı yaparken İslâm hukukunun bazı ilkelerinden ve teorilerinden faydalandılar, bazı konulardaki hükümlerini kanun kalıbına soktular, fakat temel ilke ve felsefesi, dayandığı kavramlar ve tasavvurlar, hattâ düzenlediği hükümler, getirdiği çözümler ve kullandığı bir kısım terimler bakımından bu kanunlar -bütünü ile- yine beşerî (vahiyden bağımsız insan aklı ile yapılmış) kanunlar olmaya devam ettiler. Bunun üzerine yeni bir çağrı başladı: İslâm hukukunun tam ve kâmil mânada uygulanması, bundan çıkan ictihad fıkhının kanun kalıbına konulması ve toplumun bu uygulama için hazırlanması yönünde çaba harcanması... Bu çabaları da şu maddelerde toplamak mümkündür:
a) Şerî'atın yüceliğini, üstünlüğünü; ümmetin menfaatini gerçekleştirme, toplumun ihtiyacını karşılama, İslâm toplumlarının karşılaştığı hukukî problemlere en uygun çözümleri sunma konusundaki gücünü ortaya koymak üzere, diğer sistemler ile İslâm hukuku arasında mukayeseli araştırmalar yapacak özel fakülteler ve İslâm üniversiteleri kurmak. Bu üniversitelerin en yenileri, Afrika'da Uganda ve Nijerya'da kurulan üniversitelerdir. Afgan mücâhidlerinin, Pakistan'ın Peşaver şehrinde kurdukları Dâvet ve Cihad Üniversitesini de bu arada zikretmek gerekir.
b) İslâm ekonomisini mukayeseli olarak incelemek, hayatın önemli sâhalarından biri olan mal ve ekonomi sâhasında da İslâmın yeterliğini teyit etmek, devletin kurumlarında, bankalarda ve yatırım şirketlerinde, mal ve ekonomi konularında İslâm nizamını uygulayacak yeterlikte kişileri yetiştirmek üzere müstakil fakülteler, enstitüler ve bölümler kurmak. Mekke-i Mükerreme'de Ummu'l-Kurâ Üniversitesinde bulunan Ekonomi Bölümü, Riyad'daki İmam Muhammed b. Su'ûd Üniversitesinde kurulan Ekonomi Bölümü ve diğerleri bunlardandır. Pakistan iktisâdî düzenini ve ticârî bankalarını tam olarak İslâm'a uygun hale getirdikten sonra İslâmâbad'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi, İslâm iktisadı araştırmalarının önemini ve halkın, iktisâd ilmine tahsis edilmiş bir fakülteye ihtiyacını idrâk ederek bunu gerçekleştirdi. Mezkür Fakültenin programı, yeni ekonominin bütün dallarını en yüksek seviyede inceleme ve araştırma konusu edinirken bunun yanında İslâm'ın iktisâdî ve mâlî nizâmını, bunun devlet, bankalar, yatırım şirket ve kuruluşları seviyesindeki pratik uygulamalarını etüd etmektedir. Bu fakültenin programları, bu yönte atılmış öncü adımlar sayılmaktadır. Mezkür Fakülte bakalorya, master ve doktora dereceleri vermekte, buradan mezun olanlar devletin çeşitli sektörlerinde, bankalarda ve diğer kuruluşlarda kılavuz olarak görev yapmaktadırlar.
c) İncelediği, fetvâ verdiği ve çözümler sunduğu konularda âlim ve uzman olan kişileri toplayan özel fıkıh akademileri kurmak. el-Ezher bünyesinde kurulmuş bulunan "İslâm Araştırmaları Merkezi", Dünya İslâm Birliği bünyesinde kurulmuş bulunan "İslâm Hukuk Akademisi", Ciddi'de, İslâm Konferansı Teşkîlatı bünyesinde kurulan "İslâm Hukuk Akademisi bunun örnekleridir. İslâmâbâd'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi bünyesinde, Pakistan'da ve diğer İslâm ülkelerinde ihtiyaç duyulan ilmî konularda araştırma yapan bir "İslâm Akademisi" daha vardır; burada yirmiden fazla araştırmacı devamlı olarak çalışmaktadırlar.
d) İslâm ülkelerinde, genellikle fıkıh konusunda, özellikle de fıkhın belli dallarında ve meselelerinde inceleme ve araştırma yapmak üzere çok sayıda araştırma merkezleri, grupları ve fetvâ dâireleri kurmak. Küveyt'teki "Zekât Araştırmaları Meclisi" bu çeşit kuruluşların bir örneğidir. Bu kuruluşlar, çağdaş problemlerle ilgili olup, şerîatın kanunlaştırılmasına ve uygulanmasına yardımcı olacak, bunları kolaylaştıracak birçok değerli araştırma yapmış ve neşretmişlerdir.
e) İslâm'ın bir düzen olarak uygulanması yönünde yaşanan uyanışın en önemli göstergelerinden biri de, özellikle İslâm ekonomisi araştırmaları ile meşgul olan merkezlerin kurulmasıdır. Bu araştırmalar, İslâm ülkelerinde yaygınlaşmaya başlayan İslâm bankaları ve diğer İslâmî-mâlî kurumlar için, ilmî ve pratik olarak yol gösterici, çok değerli servetler mahiyetindedir. Mezkür İslâmî kurum ve kuruluşlar, İslâm milletleri tarafından büyük bir kabul görmekte, bazı hükûmetler tarafından teşvik edilmekte ve desteklenmekte, milletlerarası bankacılık sistemince de takdirle karşılanmaktadır. Bu merkezlerin en önemli iki tanesi Kahire'de, el-Ezher'e bağlı olarak kurulmuş bulunan "Sâlih Kâmil İktisâdî Araştırmalar Merkezi" ile Cidde'de Melik Abdulazîz Üniversitesine bağlı bulunan ve aynı adı taşıyan araştırma merkezidir. Şeyh Sâlih Kâmil, İslâmâbâd'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesinde bir üçüncü merkez kurmak istediğini bildirmiştir; adı geçen Üniversite'de hâlen mevcut olan Merkez, kurulacak olanın şûbesi ve çekirdeği olacaktır.
f) Son zamanlarda ilmî konferanslar, seminerler, araştırma gurupları, çalışma komisyonları dikkat çekecek ölçüde çoğaldı; bunların araştırmaları, İslâm Hukukunun önemli konularını çerçevesine aldı, bu çalışmalara ve toplantılara, İslâm din ve hukuk âlimleri yanında, konularında uzman olan birçok kişi katıldı. Bütün bu faaliyetler, hayırlı bir geleceğin müjdesidir, İslâm ümmetinin problemlerini araştırmak, bunlara Kitâb ve Sünnet'ten çözümler üretmek bakımından da rehberlik fonksiyonu îfa eden bir başlangıçtır. Mezkür ilmî toplantılar ve çalışmalar, İslâm'ın hayata uygulanması ile ilgili önemli noktalara temas eden, İslâm hukukunun hükümlerini ve kaidelerini toplayarak kanunlaştırmak isteyenlere yardımcı olan ve bu hukukun uygulanmasına çağıranların işlerini kolaylaştıran büyük bir araştırma serveti/birikimi ortaya çıkarmıştır.
Anılan ilmî çalışma ve toplantılarda, bir takım özel ve detay mahiyetinde meseleleri tartışma, ele alınan problemlerle ilgili olarak pratik ifadeler ve uygulamaya yönelik çözümler üretme temâyülünün hasıl olduğu da görülmektedir.
g) İslâm'ın toplum hayatında uygulanması ile ilgili bulunan ve bu uygulamanın gerçekleşebilmesi için ön şart mahiyetinde olan konularda kitaplar ve akademik çalışmalar üretme temâyülü. İslâm Devletinin siyâsî rejimini, şûrâ prensibini, hükûmetin şeklini, İslâm Anayasa Hukukunda hukukun üstünlüğü ve meşrûiyet nazariyesini, İslâm devletinin kazâî ve mâlî düzenini ele alan, konu edinen lisans üstü çalışmalar ve tezler, kezâ İslâm hukukunun dallarından cezâ hukuku, borçlar hukuku gibi hukukların belli meselelerini, diğer sistemlere nisbetle üstünlüğünü ortaya koymak ve dünyanın maruz kaldığı problemleri âdil bir şekilde çözme kabiliyetini açıklamak üzere mukayeseli metodla inceleme konusu edinen tezler bu nevi çalışmaların başlıca örnekleridir. Bu tezler ve getirdikleri ilmî sonuçlar, İslâm hukukunun ilmî ve işlenmiş esaslar dahilinde kanunlaştırılmasına yardım edecektir.
h) İslâm dünyasının kalkınma ve gelişme hedeflerine hizmet etmek üzere tasarrufları toplamak ve yatırımlara sevketmek konusunda İslâm'ın hüküm ve kaidelerini uygulayan İslâmî bankaların ve mâlî müesseselerin kurulması. Bu bankaların ve kurumların başarıları, insanların gönlünde, İslâm'ın, menfaatleri gerçekleştirme ve en önemli, en kritik bir sâhada, mal ve ekonomi alanında, ihtiyaçlara cevap verme gücü ile ilgili inançlarını pekiştirdi.
ı) İslâm milletlerinde, her sâhada İslâm'ın uygulanmasının ve hayatı yönlendirmesinin gerekliliği şuûrunun artması, minberlerde, toplantılarda, sendikalarda, birliklerde bu uygulama çağrılarının yapılması, hayatın bütün sahâlarında Allah'ın yol ve yöntemini uygulayacak olan bir İslâmî devletin kurulması için isteklerin seslendirilmesi, basının ve diğer bilgi iletme araçlarının bu konudaki rollerinin belirgin hale gelmesi.
i) Bir yandan İslâmî hükûmetler aracılığı ile, diğer taraftan bazı İslâmî araştırma merkezleri ve kurumlarının teşebbüsleri ile İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve ictihad fıkhının kanun kalıbına sokulması yönünde yapılan teşebbüsler.
j) Halen uygulanmakta olan yabancı kaynaklı kanunların, İslâm hukukunun genel prensipleri ve umumi nazariyelerinin ışığında gözden geçirilerek tadîl edilmesi için yapılan teşebbüs ve çalışmalar ve bazı konularda bunların tamamından faydalanma vâkıası.
k) Fıkhın kanun kalıbına sokulması ve resmen kanunlaştırılmasından sonra, Pakistan ve Sûdan'da olduğu gibi uygulamaya geçirme teşebbüsleri.

2. Bu uyanış ve çabalar karşısındaki tepkiler:
Gerek İslâm ülkelerinde ve gerekse diğerlerinde, bu uyanışa karşı bir takım tepkiler doğmuş, bu cümleden olarak İslâm hukukunun uygulanacağına inananların imanları artmış, bunlar, İslâm milletlerinin, hayatın her sahâsında Allah'ın yolunda yürüyecekleri konusundaki ümitlerinin gerçekleşeceği günlerin iyice yaklaştığını anlamış ve sevinmişlerdir; buna karşı, mezkûr uygulamayı istemeyenlerin de sertlik ve inatları katmerlenmiştir. Bu karşılıklı hal ve tavır bilhassa kendini şu sâhalarda göstermiştir:
a) Bazı hükûmetler, İslâm hukukunun uygulanmasına taraftar olanlara karşı düşmanca bir tavır almış, İslâm'a dönüş bayrağını taşıyanların niyetleri konusunda zihinlere şüphe sokmuşlar, bazı İslâmî hareketleri, millî birliği, toplumun barış ve güvenliğini tehdit eden, bunlara karşı tehlike oluşturan bir düşman hareket saymışlardır. Bu hareketlere mensup bulunan bazı kimselere isnad edilen şiddet ve terör olayları da yukarıdaki tavıra yardımcı olmuştur.
Çeşitli İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun uygulanmasını isteyenler, uygun durumlarda birçok defa, her türlü terör ve şiddet aracını kesin olarak reddettiklerini açıkça ifade etmişler, İslâm hukukunu uygulamanın (bizzat İslâm hukukunun), İslâm adına teröre ve şiddete başvuranların yollarını kestiğini, buna cevaz vermediğini, müslümanlığın bunlardan beri olduğunu beyan etmişlerdir.
b) "Dinde siyâset, siyâsette din yoktur" sloganını yeniden ele almışlar, "dini devletten ayırma" parolasını canlandırmışlar, İslâm devletini kurmak isteyenleri, dini siyasete âlet etmek ve dini istismar etmekle suçlamışlar, millî meclislerde bunları, halkın pek azını temsil eden bir muhâlefet olarak değerlendirmişlerdir.
c) İslâm ülkelerinde bazı kitle iletişim araçları, İslâm hukukunu uygulama çağrısına şiddetle karşı çıkmışlar, karşı hamleler düzenleyerek İslâm'ın büyük gerçekleri konusunda insanları şüpheye düşürme, ebedî değerlerini küçümseme, çağın rûhuna uymadığı gerekçesine dayanarak İslâm hukukunun uygulanmasına açık veya kapalı bir üslûp ile karşı çıkma yolunu tutmuşlardır. İslâm hukukunu uygulama çağrısı ne zaman güçlense, bazı ülkelerdeki kitle iletişim araçları hemen harekete geçmekte, "basın hürriyeti ve tenkit hakkı adına İslâm'a hücum etsinler, gerçeklerini tersyüz eylesinler" diye kapılarını, İslâm düşmanlarına ve onun hükümlerini bilmeyenlere açmaktadır.
d) Hukuk adamları, İslâm hukukunun uygulanması karşısında -en yumuşak bir vasıflandırma ile- menfî diyebileceğimiz bir tavır içine girmişlerdir. Halbuki İslâm milletleri, İslâm hukukunun, diğerlerine nisbetle üstünlük ve kemâlini, çağın insanlarının problemlerine en âdil çözümleri sunma konusundaki yeterliğini, onların, başkalarından daha iyi bildiklerini, bu hukuku kanunlaştırma, açıklama ve uygulama konusunda başkalarından daha becerikli olduklarını göz önüne alarak, onlardan, bu harekete öncülük etmelerini beklemektedirler.
e) Mevcut hukuk adamları yanlış bir anlayış içine düşmüş, İslâm hukukunun uygulanması işinin; kanunlaştırma, adâlet tevzîi, kitap yazma ve hukuk okutma konularını yalnızca din âlimleri ile fıkıh hocalarının üslenmesi ile gerçekleşeceğini zannetmişlerdir. Bu da -onlara göre- beklenen iyi sonuçları vermeyecektir. Halbuki bu anlayış doğru değlidir. İslâm ülkelerindeki hukuk adamları ve adliye mensupları, eşi bulunmaz bilgi ve deneyim birikimine sahiptirler; İslâm hukukunu kanun kalıbına koyma, bu kanunları açıklama ve kazâ sâhasında uygulama konularında onlardan müstağnî kalmak mümkün değildir. Çünkü yapılacak olan bu kanunlar, İslâmî içerikli olacak ise de hükümleri yeni bir kaynaktan alınan her yeni kanun gibi, çağdaş hukuk dili ile yazılacak ve ifade edilecektir.
f) Daha önce iktisad âlimleri de, İslâm ekonomisi, bankaları ve mâlî müesseseleri karşısında aynı tavrı takınmışlar, hattâ ayrı (müstakıl) bir İslâm ekonomi sisteminin varlığını inkâr etmişler, faizi temel olarak kabul etmeyen bir banka sisteminin kurulamıyacağını kesin olarak söylemişlerdi. Sonra bu zevât, çok geçmeden İslâm iktisadına dönüş hareketinin yöneticileri olmuşlar, araştırmaları ile bu denemeye yol göstermişler ve İslâm bankaları ile mâlî müesseselerinin kuruluşunda rehber rolü oynamışlardır. İslâm iktisadının ilkelerini tesbit etmek üzere yapılan konferans ve seminerler bu zevâtın omuzlarında yürümüştür. İslâmî çözümler bulmak üzere en önemli iktisadî problemleri ele alan ilmî toplantılara ve çalışmalara İslâm âlimleri de katılmışlardır (iktisatçılarla işbirilği yapmışlardır). Borçların, alacakların, ücretlerin ve maaşların fiat artışlarına bağlı hale getirilmesi konusunda, Milletlerarası İslâm Üniversitesi İslâm İktisad Enstitüsü ile İslâm Kalkınma Bankasının, Cidde'de ortaklaşa düzenledikleri seminer, keza müdârebe şirketi senetlerinin mahiyeti ve bu şirketlerde kâr ile sermayenin tazmini (garanti edilmesi) konusunda, İslâm Konferansına Bağlı Fıkıh Akademisi ile yine İslâm Kalkınma Bankası'nın ortaklaşa düzenledikleri seminer ve benzerleri burada örnek olarak zikredilebilir.

İkinci Bölüm
A- İSLÂM HUKUKUNUN KANUNLAŞTIRILMASI
VE UYGULANMASI:
1. Şerîat ve Fıkıh:
Şerîat, Allah Teâlâ'nın Peygamberine indirdiği ve O'na, halka teblîğ etmesini emrettiği vahiydir. Vahiy de iki kısımdır: a) Allah nezdinden, lâfzı ve mânası ile gelen ve insanların benzerini yapmaktan aciz bulundukları Kur'ân-ı Kerîm demek olan "mevlüt vahiy". b) Hz. Peygamber'in, söz, fiil ve tasviplerinden ibâret bulunan Sünnet mânasında "mevlüt olmayan vahiy". Sünnet'in mânası Allah'tan, lâfzı (ifadesi, sözü) Hz. Peygamber'dendir ve Kur'ân-ı Kerîm'i açıklama maksadına yöneliktir. Allah Teâlâ "Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için sana zikri (Kur'ân'ı) gönderdik" (Nahil: 16/44) buyurarak O'nun bu vazifesini açıklamıştır. Buna göre, Kitâb ve Sünnet'in metinleri (nin doğrudan getirdiği hükümler) şerîattır; bunlar sâbittir değişmez, devamlıdır yok olmaz, vahyin kesilmesi ve dinin tamâmlanmasından sonra korunmuştur, değiştirilemez ve bozulamaz. "Kur'ân'ı indiren biziz biz, onu koruyacak olan da biziz biz." (Hicr: 15/9)
Fıkıh, müctehidlerin, ictihad kaideleri ve hüküm çıkarma usûlüne dayanarak Kitâb ve Sünnet'ten çıkardıkları hükümler ve kaidelerdir. İctihad usûl ve kaidelerini de, "dini gönderenin maksadını anlamak ve iki kaynağın dili olan arapçayı bilmek" şeklinde özetlemek mümkündür. Buna göre fıkıh, müctehidlerin şerîat konusundaki anlayışları ve onun mânasına yönelik görüşleridir. Kitâb ve Sünnet'in belli bir nassı (metni) üzerine müctehidlerin anlayış ve ictihadları farklı ve birden fazla olabilir. Allah Teâlâ kolaylık olsun diye böyle murad etmiş, naslarda buna uygun bir üslûb kullanmıştır... Müctehide göre şerîatın hükmü, naslardan anladığı ve çıkardığı mânadır. Müctehid olmayana göre (mukallide göre) şerîatın hükmü ise, müctehidlerin anladığı mânalardan biridir. Müctehid ictihadını terkederse şerîattan dışarı çıkmış olur, mukallid ise mesele ile ilgili bütün ictihadları terkederse şerîattan dışarı çıkmış olur; bunlardan herhangi birini uyguladığı müddetçe şerîati uygulamış sayılır...
Şerîat ve fıkhın tariflerinden de anlaşıldığı üzere biz, şerîatın kanun kalıbına sokulmasından bahsederken bundan Kitâb ve Sünnet'in naslarını kastetmiyoruz; usûlüne göre ictihad edilerek bunlardan çıkarılan fıkhı kastediyoruz.

2. Kanunlaştırmanın (taknînin) mânası:
Kanunlaştırmadan maksat, ictihad ile üretilmiş bulunan fıkhı, hâkimlerin kolay anlayıp uygulayabilecekleri bir kalıba sokmaktır. Bu da, onu maddeler veya mücerret kaideler haline getirmek ve beşerî kanunlarda olduğu gibi dallara ayırmak suretiyle yapılacaktır. Bu iş de zarurî olarak, maddenin ihtiva ettiği konuda, varsa belli bir ictihadî görüşü benimsemeyi, yoksa hükmün ictihad yoluyla elde edilmesini gerektirmektedir.

3. Kanunlaştırmanın metodu:
Fıkhı, kanun kalıbına ve şekline sokma mânasındaki kanunlaştırma iki şekilde yapılabilir:
a) Sahâbe, tâbiûn fukahâsı ile -meşhur olmasa bile- mezhebi olan müctehidlerin ictihadları araştırılıp derlenir, sonra bunlardan -her meseleye göre uygun olan- biri seçilir, kanun maddesi haline sokulur. Bu seçimin esasını, seçilen ictihadın delilinin güçlü olması, toplumun menfaatlerini (mesâlihini) gerçekleştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya, içinde bulunduğu siyâsî, iktisâdî, ictimâî, medenî ve kültürel şartların ışığında problemlerini çözmeye kadir olması teşkil eder. Hükmü kanunlaştırılmak istenen hâdise ictihâd sâhasına girdiği ve ictihadın mûteber bir delili bulunduğu müddetçe, bunun meşhur mezheblerden birinin veya birkaçının imamına ait olup olmaması önemli ve gerekli değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi, toplumun içinde bulunduğu şartlara göre ihtiyacına cevap verdiği, menfaatini gerçekleştirdiği ve usûlüne göre yapılmış olduğu takdirde, tercih edilen ictihad, buna karşı olanlara göre zayıf ve şâz(94) da kabul edilmiş olabilir. Şüphesiz bizim burada bir ölçü olarak zikrettiğimiz menfaat (maslahat), dinin mûteber gördüğü bir menfaati koruyan, yahut nasların ifade ettiği kötülükler cinsinden bir kötülüğü ve zararı ortadan kaldıran, bu sonucu doğuran menfaattir... Şâri'in (Allah'ın) dînî hükümlerden maksadının ne olduğu, birçok âyet ve hadîsin ortak ifadesinden anlaşılır. Nasların da -yukarıda zikredildiği üzere- birden fazla mâna ve ihtimali bulunabilmektedir. Bir ictihad, bu mâna ve ihtimallerden birin yakaladığı müddetçe mûteberdir...
Dînî bir nas (âyet veya hadîs metni) tek bir mâna ve hükmü ifade ediyor, başka bir mânaya gelmiyorsa -ki Usûl âlimleri teknik bir terim olarak ancak buna nas derler- bu tek mâna ve hükme uymak, bunu aynen almak gerekir. Eğer metnin birden fazla mânası varsa ve bunlardan hangisinin tercih edileceği konusunda fukahânın ictihadları da farklı ise mukallide göre bu mânalardan herhangi biri dinin hükmüdür. Müctehide göre de, hangisini tercih etmiş ise dinin hükmü odur. Bu mânalardan tamamını ihmal etmek, ve bunların dışına çıkmak, dînî hükmün dışına çıkmak demek olur.
İslâm hukukunu kanunlaştırma tasarılarının büyük bir kısmı bu metodu uygulamışlar, müctehidlerin görüşleri içinde, toplumun şartlarına en uygun olanınını, ihtiyaca en iyi cevap verenini tercih etmişlerdir. Bizim de tercih ettiğimiz, İslâm'ın rûhuna, maksatlarına ve genel prensiplerine uygun bulduğumuz metod budur. Kitap ve Sünnet'in ihtiva ettiği vahiy mânasındaki şerîatı, sahâbe, tâbiûn ve onlardan sonra gelen, mezhebleri -meşhur olsun olmasın- bize nakledilmiş bulunan müctehidlerin görüş ve ictihadlarının bütünü temsil etmektedir. Belli bir okulun, mezhebin, muayyen bir müctehidin ictihadı, yorum ve anlayışı ise bu şerîatın bütününden bir parçayı temsil etmektedir. İşte bu anlayış ve kanunlaştırma metodu güçlüğü ortadan kaldırmakta, şerîatı hayatına uygulayan topluma, menfaati temin ve zararı ortadan kaldırma konusunda kolaylık sağlamaktadır.
b) İkinci metod, belli bir müctehidin veya mezhebin fıkhını (ictihadlarınının bütününü) kanun kalıbına sokmak ve İslâm hukukunun bütün dallarında, yahut belli bir dalında buna bağlı kalmaktır. İmam Mâlik'in, yahut Ebû-Hanîfe'nin, yahut Şâfiî'nin, yahut da Ahmet b. Hanbel'in mezhebini kanunlaştırmak, bu mezhebin sahibinden, öğrencilerinden nakledilen görüşler ile daha sonra gelenlerin bu görüşlere bina ederek çıkardıkları hükümler arasından, ihtiyaca cevap veren ve menfaati gerçekleştirenleri seçmek de bu metodun uygulanışına örnektir. Meselâ Mısır'da miras, vasıyet ve aile hukukları bu metod ile kanunlaştırılmış, genellikle hanefî mezhebi esas alınmış, bazı meselelerde de başka mezheblerin görüşüne başvurulmuştur. Bazı ülkelerde ise İslâm hukukununun rûhundan uzak, fukahânın ictihad metodlarında delili bulunmayan hükümlerin benimsendiği olmuştur.
Halkının, ibâdet hayatlarında benimsedikleri, ictihad usûlüne razı olup görüşlerine bağlandıkları bir mezhebin ictihad ve görüşlerini benimseme ve kanunlaştırma konusunda, herhangi bir ülkeyi engelleyecek bir durum ve delil yoktur. Bütün hukuk dallarında, yahut ceza hukuku, borçlar hukuku gibi belli bir dalda, bu mezhebin ictihadları kanun haline getirilebilir. Ancak bu metodla kanunlaştırmada, şerîatın genel maksatlarının gerektirmediği ve umumî prensiplerinin doğurmadığı bir güçlük ve daraltma vardır. Bazen öyle bir hâdise meydana gelir veya mesele ortaya çıkar ki, belli mezheb sahibinin veya öğrencilerinin bu konuda geçmiş bir ictihadları bulunmaz, mezheb sahibinin (imamının) verdiği fetvâları örnek alarak yeni meselenin hükmünü çıkarmak da zor olabilir. Bazen de bir mesele hakkında mezheb imamının fetvâsı bulunur da, belli şartlarda menfaatin celbi, mefsedetin def'i maksadını temin edemez. Meselâ belli zamanlarda, muayyen bir bölgede kadınlar, kendilerinden, kısas hakkına vâris olan çocuk sahibi oldukları kocalarını, suikast ve tertiplerle öldürmeye başlarlar ve bu suç gittikçe artabilir; çünkü bazı müctehidlere göre çocuğunu öldüren kadın -çocuğu sebebiyle anaya kısas uygulanamaz kaidesince- kısas edilmez; kezâ babasını öldürdüğün için anasına uygulanacak kısas cezasını talep hakkı çocuğa ait olduğundan -ve çocuk, anasına kısasın uygulanmasını talep edemez kaidesince- çocuk kısası isteyemez ve kocasını öldürmüş bulunan kadına bu yüzden kısas cezası uygulanamaz. İmdi bu mefsedeti (kötü durumu, suçu) ortadan kaldırabilmek için, mezkür suçu âdî katil (bilinen öldürme) suçu saymayan, haydutluk (hirâbe) sayan ve bu sebeple cezanın kısas değil, had olduğunu ileri süren müctehidlerin görüşünü almak ve bunu kanunlaştırmak gerekir; bu takdirde benzer olaylarda, "çocuğu öldürme suçundan ana-baba kısas edilemez" hükmü uygulanmaz.

4. İslâm hukuku nasıl kanunlaştırılmalıdır?
a) Kanunlaştırma işini yapanlar (fıkıh hükümlerni kanun kalıbına sokanlar) arasında şu vasıfta kişiler bulunmalıdır:
aa) Fıkıh kitaplarında neyin nerede olduğunu, keza müctehidlerin hüküm çıkarma metodlarını ve ictihad usullerini bilen, geçmiş müctehidlerin, üzerinde ictihad yapmamış oldukları yeni meseleler ve olayların hükümlerini, ictihad ederek çıkarmaya muktedir bulunan İslâm hukuk âlimleri.
ab) Kanunlaştırma usûlünü bilen, hükümleri kanun kalıbına koyma konusunda deneyimleri bulunan, toplumun hukukî meseleleri ve problemleri konusuna eğilmiş bulunan modern (beşeri) hukuk mensupları.
ac) Kanunlaştırma yapılacak sâhada; meselâ ticaret hukukunda, kıymetli evrak hukukunda, ceza, idâre, borçlar gibi dallarda, bankacılık veya deniz hukukunda... en üst seviyede uzman olan kişiler. Böylece, her dalda uzman olan kişileri bu faaliyete çağırmak, onlarla danışma yapmak, bilgi ve deneyimlerinden faydalanmak gereklidir.
b) Hazırlanan kanun tasarısı, İslâm hukuk hükümlerini doğru bir şekilde temsil etmelidir. Bunun için de mezheblere ait fıkıhlar ile mukayeseli fıkhın kaynaklarını, Kitap ve Sünnet'in fıkhını, tefsir kitafları ile hadîs şerhlerini, hükmü kanunlaştırılmak istenen mesele üzerinde yapılmış bütün ictihadları tesbit etmek üzere, büyük bir dikkatle taramak ve incelemek gerekir. Sonra usûlüne göre yapılmış olmak şartıyle bu ictihadlardan, belli şartlarda toplumun ihtiyacına en iyi cevap vereni ve toplum menfaatini en iyi bir şekilde gerçekleştireni seçmek üzere bir araya getirmeli ve yazmalıdır. Nihayet kanunun açıklamalı gerekçesinde, tercih edilen ictihad, bunun sahibi ve kaynağı titizlikle kaydedilmelidir.
c) Hukukun âile, borçlar, şirketler, ceza gibi dallarından birini kanunlaştıran ilgililer, şerîatın genel kaidelerini ve maksatlarını göz önüne almalı, parça ile bütün arasında ilişki ve denge kurmalıdırlar. Çünkü bir hukuk dalını, diğer dallar ile ilişkisine, şerîatın genel maksat ve kaideleri karşısındaki durumuna bakmadan kanunlaştırmak, beraberinde birçok çelişkiler, hatalar ve tutarsızlıklar getirecektir.
Belli bir mezhebe bağlı kalmaksızın, İslâm fıkıh mezheblerinin tamamından seçme yoluyla belli bir hukuk dalını kanunlaştıran hükümler ile aynı şekilde bir başka hukuk dalını kanunlaştıran hükümler arasında da çelişki bulunmayacak, düzen ve denge bulunacaktır. Bu konuda geniş bilgileri olan şerîat ulemâsının kanunlaştırma faaliyetine katılmaları, bu maksadı temine yöneliktir ve bunu tekeffül etmektedir.

5. Kanunlaştırma zarûreti
ve buna karşı olanlar:
Bazı çağdaş âlimler, İslâm hukukunun kanunlaştırılması konusuna şüpheler sokmuş, bunun taraftarlarının niyetleri hakkında suizan yolunu açmış ve onlara karşı çekingen bir tavır içine girmişlerdir. Bazıları, buna ek olarak, İslâm hukukunun kanunlaştırılmasına ihtiyaç ve zaruret bulunmadığını ileri sürmüşler ve bu iddiâlarına delil olmak üzere şu düşüncelerini şöyle ifade etmişlerdir:
a) Allah Teâlâ bizi, şerîatına uymak ve hükmünü uygulamak ile yükümlü kılmıştır. Onun şerîatı Kitap ve Sünnettir. Kanunlaştırma, belli bir ictihadı alıp insanları buna bağlı kılmak ve ona aykırı davranmayı yasaklamak mânasına gelir ki, bu caiz değildir.
b) Râsulullah (s.a.) ile O'ndan sonra gelen halîfeler, vâlîler (ülü'l-emr) şerîatı; yâni Kitap ve Sünneti uyguladılar; ancak tayin ettikleri hâkimleri, belli bir mezhebe bağlı kılmadılar, insanları, hem kazâda hem de hukukî hayatlarında cebren uygulayacakları bir "belli mezhebi veya ictihadları kanunlaştırma" hareketine çağırmadılar. Hatta bazı halîfelerin tekliflerine rağmen müctehid imamlar, halkın, mezheblerini uygulamaya cebredilmesi fikrine karşı çıktılar ve bu davranışlarının sebeplerini açıkladılar.
c) İslâm dünyasında, Suûdî Arabistan gibi, İslâm hukukunu uygulayan ülkeler var, fakat bu ülkelerde şerîat kanun haline getirilmemiştir, buna rağmen hâkimler ve halk, bu konuda bir problemle karşılaşmamış, güçlüğe maruz kalmamışlardır; şu halde, şerîatı uygulamak için onun hükümlerini kanun kalıbına sokmaya gerek yoktur.
d) İslâm dünyasında, Pakistan'da olduğu gibi, daha başka denemeler de vardır; Pakistan'da hâlâ birçok sâhada beşerî kanunlar uygulanmaktadır, bunun yanında, kanun yapmaksızın, kazâ (mahkemeler) yoluyla İslâm hukuku uygulanmaktadır. Pakistan'da son günlerde yapılan bir anayasa değişikliğine göre yüksek mahkeme üyeleri, kendiliklerinden, şerîat hükümlerine aykırı olan kanunları ele alıp butlânına hükmetmek (bunları iptal etmek) ve hükûmete, bunları şerîat hükümlerine uygun hale getirmesi için belli bir müddet tanımak hakkına sahip olmuşlardır. Bu müddet içinde mezkür kanunlar değiştirilmez ise hükümsüz hale gelmekte, hukukî bir sonuca kaynak olamamakta ve vatandaşları bağlama vasfını kaybetmektedir.
e) Aynı anayasa değişikliği, vatandaşlara da, yüksek mahkeme nezdinde amme dâvası açma, belli bir kanunun veya maddenin, İslâm hukukuna yakırı olduğu için iptalini isteme hakkını getirmiştir. Bu durumda mahkeme, ilgili maddenin gerçekten şerîata aykırı olup olmadığı konusunda uzmanların görüşlerini aldıktan sonra, butlânına karar verme ve gerekli değişikliği yapması için ilgililere belli bir müddet tanıma hakkına sahiptir. İlgili cihet ağırdan alır, yahut ihmal eder de müddet dolarsa kanun hükümsüz hale gelmekte, hukukî etkisi ortadan kalkmaktadır.
f) İslâm hukukunun (ictihadların) yukarıda zikredildiği gibi kanun kalıbına sokulması, kanunlaştırılması ve hâkimlerin bunlarla hükmetmelerinin mecburi hale getirilmesi bazı menfî sonuçlar da doğurmaktadır. Meselâ bir kanun, başta yapılırken nazarî olarak uygun görüldüğü halde, hâkim, bazı özel durum ve şartlarda, kanunlaştırılan ictihadın adâleti gerçekleştirmediğini, toplumun değerlerini koruyamadığını ve bazı kötülükleri ortadan kaldıramadığını tesbit edebilir. Halbuki bu durumda hâkim, bizzat ictihad edebiliyorsa kendi ictihadının, buna ehil değilse kanunlaştırmada tercih edilmeyen diğer ictihadlardan birinin (ve böylece şerîatın) uygulanmasının ve hükmün buna göre verilmesinin maksada daha uygun olduğunu görebilir. İşte bu takdirde hâkimi serbest bırakmak şerîatın maksadına daha uygun düşecek, onun menfaati celbetme ve zararı ortadan kaldırma prensibini daha iyi bir şekilde gerçekleştirecektir.

Cevap:
Bu şüphelerin temelsiz ve hükümsüz olduğu apaçık ortada olan bir gerçektir. Şerîatı kanunlaştırmaktan korkma ve korkutmanın hiçbir meşru dayanağı yoktur. Şerîatı uygulama alanına sokabilmek için kanunlaştırmak kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiştir. Şöyle ki, Allah Teâlâ Peygamberine, insanlar arasında adâlet ve hak ile hükmetmesini, hükmünü, Allah'ın indirdiği vahye göre vermesini, kendisine getirilen dâvaları çözerken Allah'ın emir ve tavsıyesinin dışına çıkmamasını emretmiştir. Rasûlullah (s.a.) insanların içinde vahyi en iyi bilendir, O'nun yine vahiy mahsûlü olan Sünneti de Kitâb'ın şerhi ve açıklaması mahiyetindedir. Belli bir ictihadı tercih etmek, bunu kanun kalıbına sokmak ve insanları bununla bağlı kılmak Peygamberimizin çağında bir vâkıa ve mesele olarak ortaya çıkmamıştır. Bundan sonra Halîfeler ile diğer hâkim ve idarecilerin çağı geldi, bu çağda hâkimler, kendilerine gelen dâvaların hükmünü çıkarmak ve taraflar arasında uygulamak için şerîatın ana metinlerine (naslara) bakma ve bunlar üzerinde ictihad etme kudretine mâlik idiler. Usûlde kesin olarak kabul edilen bir kaideye göre müctehidler, kendi ictihadları ile hükmederler, onların, başkalarına ait ictihad ile amel etmeleri caiz değildir. Şu halde, o çağlarda, hükümleri kanun kalıbına sokmak suretiyle kanunlaştırma yoluna gitmenin ve hâkimleri de bunlarla bağlı kılmanın gereği ve yeri yoktu; çünkü müctehidin, başkasına ait ictihad ile amel etmesi caiz değildi. Ayrıca başkasının ictihadı, müctehidin kendi ictihadından daha üstün değildi, onu başka ictihadlara bağlı kılmanın şer'î bir dayanağı da yoktu.
Asırlar geçip taklit devirleri gelince (müctehidler yok denecek kadar azalınca), âlimler ictihad yolunu terkedip geçmiş imamların mezheblerini öğrenme, öğretme ve yazma yoluna girince, bütün gayretleri mezheb içindeki farklı rivayet ve görüşlerin tercihine, mezheb imamının fetvâsını esas alarak -buna benzetme yoluyla- hüküm çıkarmaya yönelince hâkimin de hüküm verirken bir imamın mezhebine, yahut belli bir müctehidin görüşüne tâbi olması gerekli hale geldi. Bu, zaruretin, çaresizliğin getirdiği bir sonuçtur; çünkü müctehid olmayan bir hâkimin, dâva konusunda ictihad etmesi mümkün değildir, bir başkasının ictihadı ile hükmetmek mecburiyetindedir. Bunun içindir ki, İslâm memleketlerinde kadılar, insanlar arasında, belli bir mezhebe göre hükmetmek üzere tayin edilirlerdi. Bu da çok kere kadının ve tayin edildiği bölgenin tabi olduğu mezheb olurdu. Hâkimler genellikle şâfiî, mâlikî, hanefî ve hanbelî olur, kendilerine gelen dâvaların hükümlerini, mezheblerinde mûteber olan kitaplardan, fetvâya esas kabul edilen görüşe uyarak tesbit eder ve açıklarlardı. Böylece fıkıh kitapları, ilmî bir metodla, mezheb imamının ve onun öğrencilerinin görüşlerinin, kanun gibi tedvin edildiği kaynaklardan başka bir şey olmamaktadır. Hatta hâkimler, belli mezhebin bazı kitaplarına, mezhebi veya mezhebde tercih edilen görüşü temsil ediyor diye -kitabı böyle değerlendirerek- güveniyor ve dayanıyorlardı. İslâm ülkelerinden bazıları yakın bir geçmişe kadar, hatta bazıları halihazırda şerîatı, belli bir mezheb imamının veya özel bir fıkıh okulunun rey ve ictihadını esas alarak uygulamaktadırlar. Hâkimler, mezhebin güvenilir ve özel olarak düzenlenmiş kitaplarından hükümleri çıkarmakta ve kendilerine gelen dâvalara bunları uygulamaktadırlar. Yakın geçmişe kadar, hanefî mezhebinin uygulandığı yerlerde hâkimin (kadının) hanefî, hanbelî mezhebinin uygulandığı yerde hanbelî olması şart koşulurdu. Bunlar da daima, mezhebde tercih edilen görüşleri ihtiva eden fıkıh kitaplarına dayanarak uygulama yaparlardı.
Yukarıda işaret edilen mânada kanunlaştırma, taklid devri ile başlamış olmaktadır. Bu kanunlaştırmanın, bugünki mânada kanunlaştırmaya göre farkı ve özelliği şudur: Geçmiş asırlarda kanunlaştırma, mezhebin bağlıları tarafından güenilir sayılan fıkıh kitapları şeklinde oluyor, bu kitaplar, mezheb imamı ile onun öğrencilerinin ictihadlarının, bütün incelikleri ile söz kalıbına (bir mânada kanun kalıbına) konmuş kaynakları olarak kabul ediliyordu. Hâkimler, bu kitapları -yukarıda söylendiği gibi- mezheb imamının ve öğrencilerinin tercih edilen ictihadlarının kanun kalıbına sokulmuş mecmuaları sayarak hükümlerini bunlara bağlı kılıyorlardı.
Bu, günümüzde de mümkün, hatta vakidir. Şerîatı (İslâm Hukukunu) bütün dallarında veya bazı dallarında, hakimlerin bağlı kalacakları belli bir mezhebi belirleyerek uygulamak, bu mezhebin imamının görüşlerini veya mezhebinde tercih edilen ictihadları bulabilmesi için belli iktapları göstermek mümkündür. Bununla beraber, mezhebin tercih edilmiş ictihadlarını bir kitapta veya mecmûada toplamak -ki, kanunlaştırmadan biz bunu kastediyoruz- bunu anlaşılır bir ifade ve düzenli bir usûl ile yapmak, hâkimlere uygulayacakları hükümleri kolayca bulmak ve bilmekte; halka, hukukî ilişkilerine hâkim olan hükümleri, bu ilişkileri henüz kesinleştirmeden öğrenmekte yardımcı olacak, tazir sâhasına giren suç ve cezaları, bunlar gerçekleşmeden belirleyecektir. Buna göre kanunlaştırma işi, mevcut bir kitabı veya kitapları, ifadesi daha açık, daha belirgin ve daha düzenli bir kitap ile değiştirmekten ibârettir.
Pakistan'da şerîatın kazâ (yüksek mahkeme) yoluyla uygulandığı konusuna gelince, bu aslında, bizim kastettiğimiz mânada şerîatin uygulanması demek değildir; bu, belli bir kanun veya kanun maddesi ile İslâm hukuku (şeriat) arasındaki zıtlık ve çelişkiyi ortadan kaldırma teşebbüsünden ibarettir. Gerçi bu da teşvike değer bir iştir ve şerîatın uygulanmasına doğru atılmış bir adımdır; ancak bu durumda, yabancılardan alınmış bulunan kanun, felsefesini, değerlerini, ilke ve prensiplerini, İslâm'a ve müslümanlara yabancı olan bir beşerî düşünceden almış olarak kalır. Ayrıca Pakistan'da, yüksek mahkeme hakimlerinin yükleri fazla olduğu ve bu konudaki bilgileri de yetersiz bulunduğu için bu ayıklama işinin yıllarımızı alacak kadar yavaş yürümesi yanında, bu iş tamamlansa dahi mezkür kanunlar İslâmî sayılamıyacaktır. Böyle sayılabilmeleri için maddelerin, Kitaba, Sünnete, bunlardan müctehidlerin çıkardıkları hükümlere dayanması gerekir; ancak bu takdirde onları uygulamak, Allah'a itâat ve onlara karşı çıkmak, Allah'a ısyan sayılabilir.
Durum ne olursa olsun bu denemenin sonuçları, şu ana kadar -burada açıklanmasına vaktimizin elvermediği sebepler yüzünden- cesaret verici olmamıştır.
Hâkimin, ister belli bir mezhebe ait olsun, işter çeşitli mezheblerden seçilmiş bulunsun, tek ictihadın seçilip kanunlaştırılması ile meydana gelen kanunları uygulama mecburiyetinde olmasının, bazı hallerde, olay ve problemlerde onu sıkıntıya sokacağı, çünkü onun, başka bir ictihadı, belli şartlar içinde, adâletin ve menfaatin gerçekleşmesine, toplum değerlerinin korunmasına daha uygun bulabileceği iddiâsına gelince, bu da, kanunlaştırmanın caiz olmadığına delil kılınamıyacağı gibi, onun zarûrîliğini de ortadan kaldıramaz ve önemini azaltamaz. Çünkü hâkim, müctehid değil ise bir başka müctehidi taklit etmek mecburiyetindedir. Devletin şûra meclisi (ehlü'l-halli ve'l-akd) ve sorumlusu, onun uygulayacağı ictihadı belirlemişlerdir. Ulemânın kabul ettikleri bir kaideye göre bu makamların kararı, ilgili konudaki ictihad ihtilâflarını ortadan kaldırmaktadır (bu konuda uygulanabilecek ictihadları teke indirmektedir.) Bu kaidenin temeli ve gerekçesi, hâkimin seçip uygulayacağı görüş konusunda duygularına ve zaaflarına uyma yolunu kapatmak, gerek mahkemelerde ve gerekse halkın hukukî ilişkilerinde uygulanan hükümlerde birlik ve istikrarı sağlamaktır.

6. İslâm ülkelerindeki
kanunlaştırma teşebbüsleri:
İslâm dünyasının tamamında görülen İslâmî uyanıştan ve bu uyanış neticesinde tam olarak İslâm'a dönme, devletini kurma ve hayatın bütün bölümlerinde onun şerîatını hakem kılma çağrıları yapıldıktan sonradır ki, kanunlaştırma hareketleri de canlılık kazandı.
Kanunlaştırma hareketinde, İslâmî kanunların tasarılarını hazırlayanlar iki farklı yoldan yürüdüler:
a) Bazı konularda diğer mezheblerden de bir takım ictihadları almakla beraber prensip olarak belli bir mezhebi kanun kalıbına sokmak, yahut kanunlaştırma işinde mezheb fıkhını temel almak. el-Ezher Üniversitesi'ne bağlı bulunan İslâm Araştırmaları Enstitüsünde kurulan komisyon, dört mezhebin fıkhını, her biri ayrı bir kanun mecmûasında olmak üzere kanun kalıbına sokarken bu yoldan yürümüştür. Aynı şekilde Pakistan İslâm Cumhuriyeti Hükûmeti, ceza, zekât, öşür kısas ve diyet kanunlarını çıkarırken hanefî mezhebini esas almak suretiyle bu yolu izlemiştir. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile Mürşidu'l-hayrân isimli kanun mecmûaları da böyledir. Bu iki mecmûada, hanefî fıkhı kolay anlaşılır bir ifade, düzen ve titizlik içinde kanun şekline konulmuştur. Mecelle ve Mürşidü'l-hayrân üzerine birçok açıklama, yorum ve notlar yazılmış, bunlar, uzun müddet, fıkıhla meşgul olanlar arasında tutulmuş ve kullanılmıştır.
Hanbelî mezhebinden Kadı Ahmed b. Abdullah el-Karî, 1359 hicrî yılında değerli bir kanun taslağı mecmûası hazırlamış ve buna "Mecelletu'l-ahkâmi'ş-şer'iyye" adını vermiştir. Müellif bu eseri hazırlarken hanbelî mezhebinin bütün önemli kaynaklarını gözden geçirmiş ve her hükmün kaynağını göstermiştir. Bu mecmûa, mezheb hükümlerinin naklinde güvenilirlik ve kanun şekline koyma hususunda fevkalâde titizlik özellikleri taşımaktadır.
b) İslâm hukukunu, bütün mezheblerini bir bütün kabul ederek; yani belli bir mezhebe bağlı kalmaksızın fıkıh mezheblerinden seçmeler yaparak kanunlaştırmak Mısır, Güney Yemen ve Sûdân'da kanunlaştırma bu yoldan gerçekleştirilmiştir. Bu kanunların tasarılarını hazırlayanlar, kendi toplumlarında hâkim bulunan özel şartları göz önüne alarak, en faydalıyı gerçekleştirmek üzere, çeşitli mezheblerden seçmeler yapmışlardır.
1905 yılında Tunus'ta, Zeytûniyye Üniversite'nden bir ulemâ heyeti ile şer'iye mahkemesinden belli sayıda hâkim, mâlikî mezhebine göre bir borçlar kanunu hazırlama işine giriştiler. Bu kanun daha öncesinden hazırlanmıştı, bu komisyon ise, mâlikî fıkhı ile kanun arasındaki çelişkileri ortadan kaldırdılar ve kanuna bu mânada yeni bir şekil verdiler. Mezkür kanun 1906 yılından itibaren yürürlüğe kondu.
Bu teşebbüslerin tamamı, eskisi yenisi, bir mezhebe bağlı kalanı, bütün mezheblerden seçme yapanı, bu yönde iyi bir ilmî çalışmayı ve kılavuzluk fonksiyonunu temsil etmektedirler. Bununla beraber mezkür kanunlara yöneltilebilecek tenkit şudur: Acele ile hazırlanmışlardır, daha önce yapılması gereken derin ve ilmî araştırmalar yapılmamıştır, bazı mevzûlarda gereken yazım tekniği uygulanamamıştır. Kaplayıcı bir bakışla İslâm hukukunun bütün dallarını içine almamıştır. Bu sebepledir ki yürürlüğe konduktan kısa bir müddet sonra, Sûdan'da olduğu gibi, yeniden ele almak gerekmiş, yahut Pakistan'da, ceza hukuku konusunda olduğu gibi, yeniden gözden geçirme talebi gündeme gelmiştir.

B- İSLÂM HUKUKUNUN KANUNLAŞTIRILMASI
VE UYGULANMASI İÇİN TOPLUMUN
HAZIRLANMASI VE EĞİTİLMESİ:
Şerîatın hayata sokulması yönünde en önemli adımı teşkil eden fıkhın kanunlaştırılması, bu hedefe ulaşmak üzere toplumun hazırlanmasını ve eğitilmesini zarurî kılmaktadır; bu yapılmadığı takdirde mezkür uygulamaya geçmek de geç ve güç olacaktır. Hazırlama ve eğitme için alınabilecek tedbirleri ve yapılabilecek işleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. İslâm hukukunun çeşitli dallarını öğretim ve araştırma konusu edinen fakülte, enstitü ve bölümleri ihtiva eden üniversitelerin kurulmasında daha cömert davranmak. Bu kurumların programları hem pratik uygulamaya, hem de modern problemlere, günün meselelerine çözümler üretmeye yönelik olmalıdır; bu çözümler ister fıkıh kitaplarında mevcut bulunsun, ister ictihad metodlarına göre yeniden mesâî sarfı ile çıkarılacak olsun! Bu programlar hazırlanırken, bugün birçok İslâm üniversitelerinde yapıldığı gibi, yalnızca nazarî ve felsefî sâhada kalınmamalı, pratiğe ve uygulamaya da yer verilmelidir.
2. İslâm hukukunun çeşitli branşlarının öğretilip araştırılmasına, bunun çağın gerçeğine uygulanmasına ağırlık veren metod ve programlar çerçevesinde, İslâm ülkelerindeki Üniversitelerin hukuk fakülteleri arasında birlik sağlamak. Bu üniversitelerde, İslâm hukukunun yanında beşerî hukuklar (diğer hukuk sistemleri), bunların nazariye ve ilkeleri de okutulmalı, İslâm hukuku ile mukayeseler yapılarak bu hukukun maksada uygunluğu, adâleti gerçekleştirme kabiliyeti ortaya konmalı, İslâm ülkelerinde uygulanmış bulunan diğer sistemlerin, İslâm toplumlarına getirdiği zarar ve kötülükler, bu toplumun değerleri ile çelişmeler ve faziletleri ile çatışmalar dile getirilmelidir. Şerîatın uygulanmasında adım adım gitme yolunu seçen devletler için adı geçen başka sistemleri okutmak zarûrî olabilir; böylece fakültelerden mezun olanlar, İslâmî kanunlaştırma yapılmış sâhalarda bunu, henüz böyle kanunların çıkarılmadığı sâhalarda da yabancı kökenli kanunları uygulamak üzere yetiştirilmiş olacaklardır.
3. Hâkimleri, avukatları ve hukuk ile uğraşan diğer meslek sahiplerini eğitmek üzere enstitülür kurmak. Hukuk fakültelerinin programlarını tadîl edip birleştirdikten sonra da bu fakülteler, İslâm hukukunun uygulanması için yeterli sayıda mezun veremiyecektir; özellikle İslâm hukuku bir bütün olarak, yahut hukuk sâhasının büyük bir kısmında uygulandığında bu böyle olacaktır. İslâmâbâd'daki İslâm Üniversitesi, hâkimleri ve diğer hukuk mesleği mensuplarını eğitmek, Pakistan'da çıkarılan İslâmî kanunları anlayıp uygulamalarını sağlamak; onlara, şerîatın kanunlaştırılması ve uygulanmasına katkıda bulunabilecek formasyonu kazandırmak üzere akademiler kurmaktadır. Bu tecrübe başarılı olmuş ve bugüne kadar, ülkenin çeşitli yerlerinden altı yüz hâkim ve avukat gerekli ders ve kursları alarak eğitilmişlerdir. Bu hâkimler, avukatlar ve diğer hukuk adamlarının -geniş tecrübeleri ve üretici güçleri sebebiyle- yeni İslâmî kanunların uygulanmasına katkıda bulunmaları gerekli ve faydalıdır.
4. Ekonomi, plânlama, genel maliye, bankalar ve yatırım müesseselerinde çalışanları, bu kurum ve kuruluşlarda İslâm ekonomi ve maliye sistemini uygulamak üzere eğitmek için, özellikle bu konlara yönelik enstitüler ve araştırma merkezleri kurmak. İslâmâbad'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi'nde kurulan "İslâm İktisad Enstitüsü" bunların tipik bir örneğidir. Bu enstitü, Devletin bakanlıklarında, bankalarda ve şirketlerde, ekonomi ve maliye sâhasında çalışanları eğitmek üzere bir merkez kurmuştur. Yapılan deneme, bu programın başarılı olduğunu göstermiştir. Bu sebepledir ki Üniversite'ye, diğer İslâm ülkelerinden mürâcaatta bulunulmuş ve tertip edeceği özel kurslara, bu ülkelerden gelecekleri kabul etmesi istenmiştir.
5. İlmî seminerler, araştırma ve çalışma gurupları tertip ederek bunların belli konularda çalışmalarını, ele aldıkları problemler üzerinde açık seçik İslâmî çözümlere ulaşmalarını sağlamak. Son zamanlarda İslâm ülkelerinde bu nevî seminerler ve çalışmalar yapılmaktadır. Suûdî Arabistan, Mısır, Küveyt, Pakistan, Maleyziya, Cezair, Türkiye ve diğerlerinde yapılan konferans, seminer ve çalışmalar bunlara örnektir. Bunların son örnekleri, Milletlerarası İslâm Üniversitesi ile İslâm Kalkınma Bankası'nın ortaklaşa düzenledikleri ve "borçların, alacakların, ücretlerin ve nafakaların, artak fiatlarla bağımlı hale getirilmesi" konusunu ele alan toplantı, ile yine İslâm Kalkınma Bankası ve Fıkıh Akademisi'nin ortaklaşa düzenledikleri "mudârebe şirketlerine ait senetlerin, kâr ve sermayenin garanti altına alınması" konulu seminerdir. Bu seminerler ve araştırma gurupları mutâd olarak toplantı sonunda ele aldıkları konularla ilgili olarak çözüm tavsıyeleri getirmektedirler. İslâm Kalkınma Bankası'nın isteği üzerine yapılan, konunun uzmanları ile İslâm âlimlerinin katıldıkları böyle bir toplantıda, "İslâm kıymetli evrakının çıkarılması ve tedâvüle sokulması konusunda" ayrıntılı bir plân hazırlanmış ve bu plân uygulamaya konulmuştur.
6. Yöneticilerini ve meclis üyelerini seçme fırsatını elde etmiş bulunan İslâm milletlerini, kendi hedeflerine inanmış bulunan ve hayatın her sâhasında Allah'ın yolunu uygulamaya çalışan kişileri seçmeleri konusunda şuurlandırılmak. Çünkü bu kişilerin seçilmesi, şerîatın hayata uygulanmasından ibâret olan hedefin gerçekleşmesine yardım edecek ve Allah'ın dinini hakem kılma hasreti ile yanıp tutuşan halklar ile buna karşı duran yöneticiler ve parlemento üyeleri arasındaki mücadeleye canlılık getirecektir.
7. Mevcut İslâmî basını desteklemek ve ek basın kuruluşları meydana getirmek ve bunların, şu konular üzerinde ısrarla durmalarını, kamu oyu oluşturmalarını sağlamak: İslâm'ın hayata uygulanması, bu uygulamanın İslâm ümmetinin oluşmasında, ümmetin yenilme, aşağılanma, korku ve açlığa galip gelmesinde büyük tesiri olacağı; şerîatın uygulanabilir, ümmetin çağdaş ihtiyaçlarını karşılayabilir, menfaatlerini koruyabilir, gelişmesini sağlayabilir olması. Bu konularda şüphe yaratmak üzere haksız hücumlarda bulunan karşı basının bu faaliyetine karşı çıkmak. Bu şerîatın (İslâm'ın), müslüman olmayan kişilerin de hak ve hürriyetlerini koruyacağını, onlara düşünce, inanç ve ibâdet hürriyeti vereceğini, kendi dinlerini koruyarak İslâm topraklarında kalmak isteyenlere, İslâm'ın adâlet şemsiyesi altında insana lâyık bir hayat seviyesi sağlayacağını açıklayarak gayr-i müslimlerin, İslâm'ın uygulanması ihtimali karşısındaki korku ve şüphelerini ortadan kaldırmak...
8. Kamu oyunda mevcut olan ve İslâm'ın gerçeklerini saptırmaktan, onu baskı ve şiddet (terör) dini olarak göstermekten kaynaklanan korkuyu gidermek, bu konularda insanları huzur ve güvene kavuşturmak, bu dinin güven ve barışı korumak, bütün dünyada hak ve hürriyetleri teminat altına almak, insanlığın iyilik ve mutluluğu için yardımlaşmak, dünya yüzünden haksızlığı, korkuyu, açlığı ve cehaleti kaldırmak üzere geldiğini açıklamak; bunları sağlayabilmek için elden geleni geri koymamak.
9. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar âlimlerin, yöneten ve yönetilenleri, Allah'ın yolunu hayatlarında izlemeye çağırmak üzere harekete geçmeleri, bunun için faaliyetler düzenlemeleri, programlar yapmaları. Âlimler bu faaliyetlerini yürütürken şu noktalardan hareket etmelidirler: Bu uygulama imanın gereğidir. Hakkı ayakta tutacak, adâleti gerçekleştirecek, ihtiyaçlara cevap verecek, hak ve hürriyetleri koruyacak, İslâm ümmetini güçlendirecek, onu maruz kaldığı yenilgi, haksızlık, cehâlet, korku ve açlıktan kurtaracak olan yol bu yoldur.
10. Dünya İslâm Birliği, yeri, durumu, yapısı, İslâm hükûmetleri nezdindeki saygınlığı sebebiyle bu yolda çok önemli roller îfa etmektedir.
11. İslâm ülkelerinde yeni "İslâm Hukuk Akademileri" kurmak, bunların kuruluşu, üyelik şartları ve çalışma plânını yeniden ele almak.
Kuruluş açısından bu akademilere üyelik için iki nevi âlim çağırılmalıdır: a) İctihad ile elde edilmiş dini hükümleri bilen, ictihada ihtiyaç gösteren konularda bunu yapabilen, bu hükümleri, ortaya çıkan hâdise ve meselelere uygulayabilenler. b) Hayatın gerçeklerini, çağın ihtiyaçlarını; siyâsî, iktisâdî, sosyal ve kültürel problemlerini bilenler; uzmanlıkları gereği plânlama, ekonomi, tıp, eğitim, askerlik, yönetim gibi konularda elde ettikleri bilgilere dayanarak hayatın gerçeklerini açık ve ilmî bir metodla ortaya koyup değerlendirebilenler.
Bu âlimler, adı geçen akademilere ilim, tecrübe ve şahitlik (müşahitlik) ehliyeti ile -bu sıfatları ile- katılırlar. Bu sebeple kendilerinde, şahitlerde aranan dürüstlük (adâlet) aranır. Şahit için gerekli olan inceden inceye araştırma, doğru sonuçlar çıkarma, tartışılmaz ilmî metodları izleme hususları bu âlimler için de gereklidir, bunları "güvenilir araştırma ve bunun usûlüne, kaidelerine bağlı kalma" cümlesi içinde toplamak mümkündür.
Bu akademilerin üyelerinin, yalnızca akademideki işleri ile meşgul olmaları, devamlı görevlerinin bundan ibaret olması şarttır. Denemeler göstermiştir ki, bu fıkıh akademileri, yahut fıkıh araştırmaları merkezleri, yahut da çağın problemleri ve günün meselelerine İslâmî çözümler getirmekle yükümlü kılınmış komisyonlar başarılı olamamış, kuruluş maksatlarını gerçekleştirememişlerdir. Hatta bazı ülkelerde İslâm hukukunun uygulanması yönünde siyâsî irade ve halkın isteği mevcut olduğu halde bu ülkeler, hükûmet ve halkın üzerinde birleştikleri bu hedefe ulaşamamışlardır; çünkü yukarıda zikredilen kuruluşlar, üyeleri yalnızca buralarda çalışmak üzere kurulmamışlardır. (Üyeler, ikinci, üçüncü görev olarak bu akademi ve araştırma merkezlerinde çalışmaktadırlar.)
Bu çalışma guruplarının, uygun zamanda, eksiksiz bir taslak ortaya koyamamalarının, yalnızca bu işle meşgul olmama sebebi yanında bir başka sebebi de ilmî yeterlik, uygulamaya dayalı birikim yokluğu ile toplumun mesele ve problemleri sâhasında uzmanlaşmış kişilerin yokluk veya azlığıdır. Şüphe yok ki, belli bir hukuk dalında İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve önceki müctehidlerin hükmünü çıkarmadıkları yeni meseleler üzerinde ictihad ile hüküm çıkarılması çok sayıda zorlukları bulunan bir iştir ve yüksek seviyede deneyim ve bilgi istemektedir.
Adı geçen araştırma merkezlerinde çalışacak olan âlim ve uzmanların başka bir işle meşgul olmamaları şartı, onların yeterli bir gelire kavuşturulmalarını zarurî kılmaktadır. İslâm'ın bu konuda kaideleşen hükmü şudur: Başka yoldan geçimini kazanamıyacak şekilde amme menfaatini ilgilendiren (başka bir ifade ile farz-ı kifâî olan) bir işle meşgul olan kişilerin ve bunların aile fertlerinin geçimleri beytülmaldan sağlanır. Alacakları maaşın miktarı normal ölçülerde geçinecekleri kadar olacak, bu da dînî sâik ve umulan Allah rızâsı ile birlikte onları tatmîn edecektir; çünkü bu unsurlar âlimleri, Allah'ın yolunu hakem kılma ve O'nun dinini uygulama hareketine katılmaya itecektir, ümmet de onlardan bunu -yüklendikleri dâvet ve tebliğ vazifesini yerine getirme anlayışı içinde- beklemektedirler.
Yukarıda söylediğimiz gibi bu çalışma, ehliyeti, gücü ve birikimi olanlara farz-ı kifâyedir. Farz toplumu bağlasın (kifâî olsun) ferdi bağlasın (aynî olsun) bunu yerine getirenler, karşılığında da ücreti hak edemezler, bunu Allah rızâsı için yapmaları gerekir, bizim de tercih ve teşvik ettiğimiz davranış budur. Tecrübeler, ancak böyle kişilerin çalışmalarının semereli olduğunu ve bilgilerinden faydalar sağlandığını göstermektedir. Ancak bu gibi çalışmaları bedelsiz, Allah rızası için yapanlar bulunamazsa, diğerlerinin bununla yükümlü kılınmaları ve geçimlerinin sağlanması gerekir. Bununla beraber, mezkür hizmeti, geçimlik ücret karşılığı yapan da bulunmaz, daha fazlası istenirse bunu da karşılamak, istediklerini vermek ve hizmeti aksatmamak gerekli olur; manevî sorumluluk onlara aittir. Son asırlarda yetişen fıkıh bilginleri, amme hizmetlerine giren ibâdetler karşılığında bile ücret alıp vermenin caiz olduğuna fetvâ vermişlerdir. Bu farz-ı kifâye ibâdetler, yöneticilerin tayini ile belli kimselerin omuzuna yüklendikten sonra da aynı vasıflarını muhâfaza ederler; imamlık, dînî ilimler öğreticiliği, hattâ Kur'ân öğreticiliği, cihad (askerlik), müezzinlik, hâkimlik... bu nevi vazifelerin örnekleridir. Bir kişi bu amme hizmetlerine tayin ile getirildiğinde bunlar, onu bağlayan ibâdet haline geldiği ve hizmeti îfa edenin Allah rızâsından başka bir şey talep etmemesi gerektiği halde -anılan fetvâ ile- bu hizmetler de ücretle yapılır olmuştur. Aslında yeteri kadar geçimliğini temin caiz olanlar, bu hizmetler karşısında daha fazlasını da talep etmiş ve bunu almalarına fetvâ verilmiştir. Daha garip olanı şudur ki günümüzde, farz-ı ayn veya farz-ı kifâye cinsinden olan bu gibi hizmetlere tayin edilen kişiler, geçimliklerinden daha fazla ücretleri almışlar, fakat yüklendikleri hizmetleri yerine getirmemişlerdir. Bu sebeple seçimi iyi yapmak son derece önemli olmaktadır. Bu gibi durumlarda, nazarî ve pratik olarak yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmadıkları halde dindar ve güvenilir olan kişileri ele alıp yetiştirmek, hem ilmî, hem de dînî yeterliği kendisinde toplamış bulunan uzmanlara kavuşmayı sağlayacağından bir kat daha önem kazanmaktadır.
Bu akademi ve merkezler, geçmiş müctehidlerin ictihad etmedikleri yeni meseleler ve hâdiselere açık çözümler getirmek üzere toplu ictihad (el-ictihâdu'l-cemâ'î) yapacaklar, yahut da, geçmiş müctehidlerin çözümler getirdikleri konularda -ictihadın deliline, amme menfaatini temin ve ihtiyaçlara cevap verme kabiliyetine bakarak- seçim yapacaklardır. İctihadlar ve çözümler arasında seçim yaparken çağın özelliğini, toplumun siyasî, ictimâî, iktisâdî ve kültürel şartlarını, medenî seviyesini ve toplumun dine bağlılık derecesini göz önüne alackalardır.
Bu kuruluşların ictihadları bağlayıcıdır; çünkü bu ictihadlar, daha önceki müctehidlerin belli hükümlere bağlamadıkları yeni hâdise ve meselelerle ilgilidir. Bu hukukçular bütün ümmeti temsil ettikleri için ictihadları da, elde bulunan tek dini hüküm mahiyetindedir. Evet bu hukukçular bütün ümmeti temsil etmektedirler; çünkü Allah Teâlâ "Bilmiyorsanız bilenlere sorun" (Enbiyâ: 21/7) buyurmuştur. Sormanın amacı ve faydası verilen cevabı uygulamak ve ondan istifade etmektir. Yine Allah Teâlâ: "Kendilerine güvenilecek veya korkulacak bir bilgi ulaştığında onu hemen yayıyorlar, halbuki onu, Rasûle veya kendilerinden olan selâhiyet sahiplerine (ülül'l-emre) götürselerdi, onlar arasında sözü inceleyip hüküm çıkaranlar, mânasını bilecek ve anlayacaklardı." (Nisâ: 4/83); "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Rasûle ve selahiyet sahiplerine de itâat edin." (Nisâ: 4/59) buyurmuştur.
12. İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun hüküm ve kaidelerini kanun kalıbına sokma ve bu hukuku bir bütün halinde kanunlaştırma konusu üzerinde -özellikle bu konuda- çalışan ilmî merkezler kurmak. Bu merkezler, hukuk hükümlerini çıkarma ve ortaya koyma konusunda ilmî güvenilirlik ile şekillendirme konusunda gerekli tekniği birlikte temsil etmelidirler. İslâmâbâd'da bulunan Milletlerarası İslâm Üniversitesi, İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve uygulanması araştırmalarını yapacak olan ilk merkezi kurarak ilk adımı atmıştır. Bu merkez bir yandan İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun uygulanması ile ilgili olarak yapılmış araştırmaları, incelemeleri, kanunları ve kazâî uygulamaları derlemekte ve kolayca kullanılabilecek şekilde tasnif etmekte, diğer taraftan biriken malzemeyi neşrederek aynı konu üzerine eğilmiş bulunan diğer merkezlere ulaştırmakta, konulara göre indeksler hazırlamaktadır.

* * *

Prof. Dr. Hasen Hâmid Hassân'ın uzunca tebliği, teori ve pratik açısından İslâm Hukukunun bugünü ve geleceği konusuna ışık tutmaktadır. Prof. Hassân, aynı konuda düşünce ve tesbitlerini naklettiğimiz diğer iki yazardan farklı özellikler taşımaktadır. Onlar meseleye tarafsız bir müşahit (gözlemci) olarak yaklaştıkları halde Prof. Hassân, İslâm hukukunun uygulanmasına gönül vermiş, ümit bağlamış, katkıda bulunmuş, bir ölçüde bayraktarlığını yapmakta olan bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre insanlığın huzur ve güveni, mutluluğu, gerçek adâletin tecellisi İslâm hukukunun uygulanmasına bağlıdır. İslâm hukuku, çağın bu konudaki ihtiyaçlarına cevap verme kabiliyetini taşımaktadır. Aynı özelliklere sahip bulunan İslâm ekonomisi de, İslâm hukuku ile birlikte ele alınmalı, işlenmeli ve uygulanmalıdır. Bunun için siyasi irade, halkın isteği, gerekli olmakla beraber yeterli değildir; buna âlimlerin, hâkimlerin ve diğer hukuk adamlarının katkıları şarttır. Bu katkılar hem akademik araştırmalar, hem de ilmî ve teknik çalışmalar ile gerçekleşecektir. Prof. Hassân'ın tesbitlerine göre başta Pakistan olmak üzere İslâm ülkelerinde, kısmen veya bir bütün halinde İslâm hukukunu kanunlaştırma ve hayata uygulama faaliyetleri devam etmektedir. Bu konuda tutulan yollar vardır: Mevcut kanunların, İslâm'a aykırı olan taraflarının ayıklanması, kazâ yoluyla aykırı ve yabancı maddelerin, hükümlerin iptali bunlar arasındadır. Fakat İslâm hukukundan beklenen sonucun elde edilebilmesi için onun öz kaynaklarına inmek, İslâmî düşünce, ahlâk, değerler ve ilkelerden hareketle yeni kanunlar vücude getirmek şarttır. Günümüzde, İslâm dünyasında bazı hükûmetler, halklar, pek çok ilmî kuruluş bu yönde önemli adımlar atmışlardır ve faaliyetlerini sürdürmektedirler.
İslâm hukukunun uygulanması halinde farklı inancı taşıyanların din ve düşünce özgürlükleri ile diğer insan hakları korunacaktır. Esasen İslâm'ın genel amacı "bütün dünyada, insanların tamamı için huzur, güven ve barışı korumak, hak ve hürriyetleri teminat altına almak, insanların iyilik ve mutluluğu için yardımlaşmak, yüzünden haksızlığı, korkuyu, açlığı ve cehaleti kaldırmaktır".


93. Pakistan, İslâmâbâd Milletlerarası İslâm Üniversitesi rektörü. Bu yazı, rektörün, üçüncü genel İslâm konferansına sunduğu bir tebliğdir. Ahbâru'l-Âlemi'l-İslâmî, C. XXII, s. 1048, 1049.
94. Şâz, çoğunluğun ictihadına aykırı olan, tek kalan, daha önce uygulanmamış bulunan görüş ve ictihaddır.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: