HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Hz. Alî (H.Ö. 23/600-H.S. 40/661):
Alî b. Ebî-Tâlib b. Abdulmuttalib b. Hâşim. Cennetle müjdelenmiş on kişiden biri, Rasûlullah'ın kardeşliği, Hz. Fâtıma'nın eşi ve dolayısıyle Allah Rasûlü'nün damadı, yaşıtları arasında ilk müslüman, âlim, kahraman, Kur'ân-ı Kerîm'in hâfızı, hatip ve zâhid. Hayatında hiçbir zaman puta tapmadı. Rasûlullah hicret ederken onu, emanetleri yerine teslim etmesi için geride bıraktı ve takipçileri oyalamak için de kendi yatağına yatırdı. Hz. Alî gözünü kırpmadan bu ölüm yatağına yatıp uyudu, birçok savaşta Rasûl-i Ekrem'in sancağını taşıdı, Tebûk seferi müstesnâ bütün savaşlara katıldı. Tebûk'te, Rasûlullah tarafından Medîne muhâfızı olarak bırakılmıştı, cihaddan geri kalmanın üzüntüsünü ifade edince Efendimiz: "Bana, Mûsâ'nın Hârûn'u gibi olman sana yetmiyor mu?" buyurdu.(64)
Hz. Alî'nin ilim, ictihad ve kazâ bakımlarından derecesini gösteren bazı şehadet ve takdirleri ileride sıralayacağız. Burada konu ile ilgili iki sözüne ve bir de davranışına yer vermek istiyoruz:
"Vallahi hiçbir âyet nâzil olmamıştır ki onun hangi konuda, nerede, kimin hakkında indiğini bilmeyeyim. Allah Teâlâ bana sağlam bir mantık, (muhâkeme kabiliyeti), doğru ve güzel söyleyen bir dil bağışlamıştır."
"İyi bir fakih, Allah'ın rahmetinden halkın ümidini kestirmeyen, halka Allah'ın yasaklarını çiğneme fırsatı (ruhsatı) vermeyen, onları Allah'ın azâbına karşı umursamaz kılmayan, Kur'ân-ı Kerîm'i bırakıp onun yerine başka bir kaynağa dayanmayan kişidir. Zirâ ilimsiz ibâdette, hazm ve anlayıştan soyulmuş bilgide, tefekkürden uzak okumada hayır yoktur."(65)
Hz. Alî Sıffîn harekâtında bir kalkanını kaybetmişti, harekât bitip de Kûfe'ye dönünce kalkanı bir yahûdînin elinde gördü ve ona "Bu kalkan benim kalkanım, onu ne sattım, ne de bir başkasına bağışladım" dedi. Yahûdî: "Bu benim kalkanım ve şu anda da benim elimde bulunuyor" diye karşılık verdi. Hz. Alî "Kadıya (mahkemeye) gidelim" dedi, gittiler, kendisi hâkimin yanına geçip oturdu ve "Eğer hasmım bir yahûdî olmasa idi huzurunuzda onun yanında, aynı sıra ve seviyede olurdum; ancak Rasûlullah'ın (s.a.) "Davranışları sebebiyle Allah onları nasıl küçük düşürmüş ise siz de öyle davranın" buyurduğunu işittiğim için yanınıza oturdum." dedi. Kadı Şurayh muhâkemeyi başlattı, taraflar iddiâ ve savunmalarını tekrarladılar, Şurayh Hz. Alî'ye şahidi olup olmadığını sordu, Hz. Alî "Evet, hizmetçimiz Kanber ile oğlum Hasan bu kalkanın bana ait olduğuna şahitlik ederler" dedi. Kadı Şurayh "Oğulun, babası lehine şahitliği geçerli değildir" diyerek bunu reddetti. Bunun üzerine Hz. Alî: "Cennetle müjdelenmiş bir kişinin şahitliği makbul olmuyor mu? Rasûlullah'ın (s.a.) 'Hasan ile Hüseyn, cennet gençlerinin öncüleridir' buyurduğunu işittim" diye serzenişte bulundu. Bunları gören ve işiten yahûdî: "Mü'minlerin Başkanı beni muhâkemeye dâvet ediyor, O'nun tayin ettiği hâkim, onun dâvasını reddediyor, ben inanıyor ve diyorum ki bu din haktır ve Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed (s.a.) O'nun rasûlüdür, bu kalkan da onundur" diyerek müslüman oldu.(66)
Hz. Osmân şehit edilince halk Hz. Alî'ye gelerek ona bey'at etmek istediler, Hz. Alî bu işin onlara ait olmadığını, bunu önce büyük sahâbenin istemesi gerektiğini ifade ederek halkı geri çevirdi. Arkadan Medîne'de bulunan ashâbın tamamı gelerek O'na bey'at ettiler ve halîfe seçtiler. Sonra neler olduğunu, hâdiselerin nasıl geliştiğini, Cemel ve Sıffîn olaylarını, hâricî hareketini, sonunda Hz. Alî'nin şehadetine kadar süren olayları bahsin başında özetlemiştik. Süyûtî'nin İbn Asâkir'e dayanarak naklettiği şu hâdise ve ifadeler, hem Hz. Alî'nin durum ve tutumu, hem de İslâm esas teşkîlât hukuku bakımından önem arzetmektedir:(67) Dördüncü Halîfe Basra'ya gelince orada ileri gelenlerden iki kişi kendisine şu soruyu sordular: "Ümmetin başına geçerek buraya kadar geldin, onları birbirine kırdırıyorsun, bu gelişin Rasûlullah'ın sana bir ahdi (sözü, vasıyeti, selâhiyet vermesi) üzerine midir, yoksa re'sen mi hareket ediyorsun?" Hz. Alî şu cevabı verdi:
"Rasûlullah'ın bana bir ahdi var mıdır sorunuza cevabım 'hayır yoktur' şeklindedir. Vallahi ben, O'nu ilk tasdik eden kişiyim, O'nun adına ilk yalan söyleyen kişi de olamam. Eğer Rasûlullah'ın (s.a.) bana bir ahdi olsaydı (hilâfeti bana vermiş bulunsaydı) Ebû Bekir'in de, Ömer'in de, O'nun minberine çıkmalarına izin vermezdim, hiçbir gücüm olmasa ellerimle onlara karşı mücadele ederdim. Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.) ne öldürüldü, ne de birden bire öldü; günler ve geceler boyu hasta yattı, müezzin geliyor O'nu namaza çağırıyordu, O da -beni ve durumumu bildiği halde- Ebû-Bekir'in cemâate namaz kıldırmasını emrediyordu. Hanımlarından biri bu işi Ebû-Bekir'den uzaklaştırmaya teşebbüs etmişti, Rasûlullah buna razı olmadı, hiddetlendi ve "Sizler, Hz. Yûsuf'u faka bastıran kadınların cinsindensiniz, Ebû-Bekir'e emrimi ulaştırın, cemâate namazı kıldırsın" buyurdu. Rasûlullah (s.a.) vefat edince işimiz üzerinde düşündük, Rasûlullah'ın dinî hayatımız (imamlık) için beğenip seçtiği kişiyi biz de dünyamız (devlet başkanlığımız) için seçtik; çünkü namaz İslâm'ın temeli, dinin başı ve direğidir, Ebû-Bekir'e bey'at ettik. O, buna lâyık idi, bu konuda hiçbirimizin ihtilâfı, aleyhte tanıklığı ve suçlaması yoktu. Ebû-Bekir'e hakkını verdim, ordusunda savaştım, verirse alırdım, savaşa sürerse savaşırdım, emri ile huzurunda haddi (şer'î cezaları) infâz ederdim. O vefat edince Ömer başa geçti, arkadaşının (Ebû-Bekir'in) açtığı çığırdan bildiğince yürüdü. O'na bey'at ettik, hiçbirimiz bu konuda farklı davranmadık, birbirimiz aleyhine tanıklık etmedik ve kesin olarak suçlayıp uzak durmadık. Ömer'e de hakkını verdim, ona itâat ettim, ordusunda savaştım, verdiği zaman alırdım, savaşa sürdüğü zaman savaşırdım, huzurunda kırbacımla haddi infâz ederdim. O vefat edince (ağır yara alınca) ben, Rasûlullah'a yakınlığımı, iyi geçmişimi ve meziyetlerimi düşünerek, bu işi benden başkasına vermeyeceğini zannettim; fakat o, kendisinin iş başına gelmesine sebep olacağı bir halîfenin işlediği her günahın, gelip kabirde onu bulacağı kanâatinde idi, bu sebeple kendini ve oğlunu bu sorumluluktan çıkardı. Eğer bir kayırma söz konusu olsaydı oğlunu tercih ederdi, o buna tenezzül etmeyerek işi Kureyş'ten -benim de aralarında bulunduğum- altı kişilik bir şûrâya havâle etti. Şûrâ toplanınca bu işi benden başkasına vermeyeceklerini zannettim. Abdurrahmân b. Avf, 'Allah'ın başımıza getireceği kişiye itâat edeceğimize dair' bizden söz aldı, sonra Osmân'ın elini eline alarak ona bey'at etti, kendi kendime düşündüm, bey'atimden daha önce itâat sözü verdiğimi, verdiğim sözün başkası için alındığını gördüm, Osmân'a bey'at ettik, onun da hakkını verdim, kendisine itâat ettim, ordusunda savaştım, verdiğinde alırdım, savaşa sürdüğünde savaşırdım, huzurunda kırbacımla haddi infâz ederdim. O da şehit düşünce yine kendi durumumu düşündüm; Rasûlullah'ın kendilerine cemâate imam olma vazifesini verdiği iki halîfe gelip geçmiş idi, kendisi için itâat sözü alınan (söz verdiğim) zat da şehit olmuştu, bana Mekke, Medîne halkı ile bu iki şehrin (Kûfe ile Basrâ'nın) halkı bey'at ettiler. Bana denk olmayan birisi kendini rekabet meydanına attı; ne (Rasûlullah'a) yakınlığı benim yakınlığım gibi, ne ilmi benim ilmim gibi ve ne de geçmişi benim geçmişim gibi idi; ben bu işe ondan daha lâyık idim" mesele bundan ibârettir.(69)
Hz. Alî'nin ictihadını, fıkıhtaki derinliğini gösteren en önemli görüş ve tasarrufları yukarıdaki sözlerde, Hz. Osmân'ın kan dâvasını bahâne ederek kendisine bey'at etmeyen veya bey'atından rucû edenlere karşı söyledikleri ve yaptıklarında kendini göstermektedir. Bunlarda ve aşağıdaki örneklerini sunacağımız ictihad ve hükümlerinde görülen şaşırtıcı başarı, derinlik ve isâbet, kaynağını şu ifadelerde bulmaktadır:
Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gönderiyordu, kendisine "Yâ Rasûlullah! Bu genç yaşımda beni gönderiyorsunuz, onlar arasında hüküm vereceğim (hâkimlik edeceğim) halbuki hâkimlik (kazâ) nedir bilmiyorum" dedim. Elleriyle göğsüme vurdular ve şöyle niyazda bulundular: "Allah'ım onun gönlüne hidâyet ver (doğruyu ilham buyur) ve dilini sürçmekten koru!" Ve Hz. Alî ekliyor: "Tohuma canlılık veren Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra iki taraf arasında vereceğim hiçbir hükümde şüpheye düşmedim."
Hz. Ömer, yanında ve yakınında Hz. Alî bulunmadığı halde önemli bir problem ile karşılaşmaktan Allah'a sığınır ve şu itirafta bulunurdu: Kazâyı en iyi becerenimiz Alî'dir.
Hüküm ve ictihadlarından örnekler:
a) Hz. Alî'ye Muâviye'den bir mektup gelmişti, dini bir konuyu soruyordu. Hz. Alî çevresindekilere şöyle dedi: "Düşmanımızı, önüne çıkan dinî bir müşkili bize arzedecek hale getiren Allah'a hamdolsun! Muâviye bana mektup yazarak "erkek mi, kadın mı olduğu belli olmayan birinin (hunsâ) mirastaki durumunu" soruyor. Kendisine "İdrârını nasıl ve nereden yaptığına bak, ona göre vâris kıl" diye cevap verdim.
b) Kendisine birisi, bir diğerini getirdi, "Bu adam, anam ile ihtilâm olduğunu söylüyor" dedi ve cezalandırılmasını istedi. Hz. Alî de "Onu güneş vuran bir yere götür, yere düşen gölgesini döv" diye cevap verdi: Bu esprili cevapta aynı zamanda rüyanın bir gölge gibi olduğu, gölge üzerinde yapılan bir şeyin, vücut üzerinde yapılmış sayılamıyacağı anlatılmış oluyordu.
c) Hz. Ömer'e bir dâva geldi, bir siyah delikanlı bir kadının, anası olduğunu iddiâ ediyordu, kadın ise bunu inkâr ediyor ve babam dediği kişi ile birleştiğini söylemiş sayılacağı için delikanlının iftira cezasına çarptırılmasını istiyordu, hiç evlenmediğine dair de şahitler getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve delikanlının cezlandırılmasını istedi. Tam bu sırada Hz. Alî çıkageldi, durumu öğrendi ve Halîfe'den dâvanın yeniden görülmesi için izin aldı, tarafları mescide götürdü. Delikanlıya "Bu kadın nasıl senin çocuğu olduğunu inkâr ediyorsa, sen de onun anan olduğunu inkâr et" dedi. Delikanlı "O benim anam, nasıl inkâr ederim" deyince "Sen benim oğlum, Hasan ile Hüseyin'in kardeşleri ol, bu kadının analığını inkâr et" diye ısrar etti, delikanlı Hz. Alî'nin dediğini yapınca kadının velîlerini çağırttı, onlardan izin aldı, mehrini kendisi bağışlayarak kadın ile delikanlıyı nikâhladı ve "Al bu kadını götür, karındır, zifaftan sonra bana gel" dedi. Kadın işin ciddiyetini anlayınca itirafta bulundu. Meğer delikanlının, bir zenci olan babası ile evlenmiş, adam savaşta şehit düşmüş, kadın da çocuğu bir köleye göndermiş, bir siyâhın anası olmayı kendine yediremediği için onu inkâr etmiş.
d) Birisi, bir harâbede külliyetli miktarda defîne bulmuş ve hükmünü Hz. Alî'den sormuştu. "Defîneyi bulduğun harâbe, orasının haracını ödeyen bir yerleşim merkezinin yakınında ise defîne onlara aittir, böyle bir yerde değilse beşte biri devletin, gerisi senindir."
e) Bir kadın, bir delikanlıya göz koymuş, onu elde edemeyince iç çamaşırına yumurta akı sürerek çığlık çığlık koşmuş ve delikanlının kendisine tecâvüz ettiğini ileri sürmüş, yumurta akını da (meni olduğunu söyleyerek) buna delil kılmıştı. Hz. Ömer kadınlara inceletti, onlar da "bu menidir" deyince delikanlıyı cezalandırmaya yöneldi. Fakat sanık itiraz ediyor, iftiraya uğradığını ileri sürüyor, durumu iyi inceleyin, diyordu. Hz. Ömer, Hz. Alî'ye başvurdu. Hz. Alî kaynar su istedi, suyu çamaşırdaki mâyi nesnenin üzerine döktü, nesne katılaştı, Hz. Alî onu kokladı, tadına baktı ve yumurta olduğu ortaya çıktı. Kadın sıkıştırılınca suçunu itiraf etti ve delikanlı kurtuldu.
f) İki kişi getirdiler, bunlardan biri diğerini kölemdir diyerek satıyor, parasını alıyor, sonra ikisi birden bir başka yere kaçıyorlar ve işlerine aynı şekilde devam ediyorlardı. Hz. Alî "Bunlar hem kendilerini (canlarını), hem de halkın mallarını çalıyorlar" diyerek yaptıkları suçun hırsızlık mahiyetinde olduğuna hükmetti ve buna göre cezalandırdı.
g) Karısının fercini kesmiş olan bir erkeği getirdiler. Hz. Alî "Kadına, fercinin diyetini ödemesine, kendisi ölünceye kadar kadını nikâhı altında tutmasına (boşamamasına), eğer boşar ise yaşadığı sürece nafaka ödemesine" hükmetti. Bu hükümde maslahat prensibi yanında, "suçlunun, meşrû olmayan maksadına -ki kadından ayrılmaktır- ters düşen hükümle cezalandırma kaidesine dayanılmıştır.
h) Hz. Ömer'e zina suçu işlemiş bir kadın getirdiler, kadın suçunu itiraf edince Halîfe cezalandırılmasını emretti Hz. Alî "suça iten sebebi öğrenmemiz gerekir, belki cezayı düşürecek bir mâzereti vardır" dedi ve soruşturmayı bu yönde derinleştirdi. Sonunda kadının susuz kaldığı, susuzluktan ölme derecesine gelince -kendisini teslim etmedikçe suyu vermemekte direnen- kişiye teslim olduğu ortaya çıktı ve kadın serbest bırakıldı.(70)


64. Buhârî, Menâkıb, 9; Süyûtî, age., s. 166 vd.
65. İbn. Said, Tabakât, C. III, s. 21, 23; Buhârî, Menâkıb, 9.
66. Süyûtî, age., s. 184.
67. Bu sözler, Hz. Alî'ye ait olsun, olmasın konumuz bakımından önemlidir, gerçekleri aksettirmektedir ve en azından ehl-i sünnetin bu konudaki bilgi ve kanâatlerini özetlemektedir.
69. Târîhu'l-hulefâ, s. 177-178,
70. Örnekler için bak. Süyûtî, age., s. 176 vd.; İbn Kayyim, et-Turuku'l-hukmiyye, Mısır, 1317, s. 9, 46, 47, 49, 51, 53, 61, 62.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: