HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Din Eğitimi Semineri
Değerlendirme Konuşması

Bismillahirrahmanirrahim,
Muhterem meslektaşlarım, değerli ilim adamları, muhterem misafirler, sevgili talebe kardeşlerim. Bu salonda çok faideli, heyecanlandırıcı, düşündürücü, arayıcı, çözümler getirici konuşmalar ve tebliğler sunuldu. Ben de bu tebliğler üzerine bir değerlendirme yapmak üzere huzurunuza geliyorum. Benim rastladığım bu tip toplantıların sonundaki değerlendirmelerde, şu usûllerin takip edildiğini gördüm.
1. Değerlendirmeci bütün konuşmaların, tebliğlerin ana hatlarını tesbit ediyor, bir konuşma yapıyor. Bu pek suya sabuna dokunmayan bir değerlendirme.
2. Konuşmaların ana hatlarını ele alarak bunlara katıldığı ve katılmadığı noktaları dile getirerek, bir nevi tenkid ederek değerlendirme yapıyor.
3. Bütün bu konuşmalarda söylenen ve söylenmeyenler gözönüne alınarak değerlendirme yapacak şahısta bu ilmî toplantının bıraktığı intibâlar ve dikkatini çeken noktalar ortaya konuyor. Konu hakkında bir genel konuşma yapılıyor. Ben iki türlü plân yaptım. Birincisi bu toplantının bende bıraktığı izlerden ve intibâlardan hareketle konu hakkında bir genel konuşma, ikincisi yapılan konuşmalardan çıkardığım cümlelerin incelenmesi ve bu güzel şeylerden istifâde etmek. Ancak vaktimizin buna müsait olacağını pek sanmıyorum. Bazı fikirleri değerlendirmek, ilmî mânâda, tarafsız olarak onlara katılıp katılmadığımızı söylemek imkânı bulabilirdik; eğer vakit olsaydı.
Evvelâ bu toplantının toplantı açısından bir genel değerlendirmesini yapmak istiyorum. Elbette ki sevgili Çakan'ın sözlerine başlarken söylediği gibi bu tip biraraya gelişler, müzakereler, konuşmalar ne olursa olsun faydalıdır. Buna faydasız nazarıyla bakmak mümkün değildir. Fakat biz öyle bir konu üzerinde bunu yapıyoruz ki bence bu konu, toplumumuzun en hayatî meselesidir. Yani din eğitimi ve bunun kurumları, bu kurumların problemleri, bu kurumlara ve bu meseleye halkın bakışı, bu ülkenin sahiplerinin bakışı. Ve onların mukadderâtına, haklı ya da haksız olarak el koyanların bakışı ve bu bakışlar arasındaki farklılık. Görünen ya da görünmeyen mücadele. Yakında tahakkuk edeceğini umduğumuz ve yakından takip ettiğimiz bazı gelişmeler. Bunların belki muhtemelen menfî olan tarafları. Bunlarla ilgili toplantılara karşı bizim tavrımız, alınan tedbirler, gereken yerlere, efkâr-ı umûmiyeye mesajı en canlı, en güçlü bir şekilde vermelidir. İşte bu ehemmiyet nazarı dikkate alındığında ne mekân, ne de efkâr-ı umumiyyeye intikâl vasıtaları, araçları ve gereçleri ile göz dolduran, doyuran, tatmin eden bir toplantı gerçekleştirilemedi. Tabiî ben bunun mazeretlerini istemiyorum. Herhangi bir kimseden müdafaâ da istemiyorum. Bizim burada iki gündür görüştüğümüz meseleye nazaran binde bir ehemmiyet arz eden bir toplantıya gelen televizyonu, gazeteciyi, devlet ricalini, dinleyiciyi gözönüne alınız, bir de bunun kamuoyuna yansımasını gözönüne alınız, o zaman bana hak vereceksiniz. O hâlde bu şanına lâyık bir toplantı olamadı. Hem zemin itibarıyla hem de kamuoyuna açılma vasıtaları itibarıyla. Bu bakımdan üzgünüm fakat bunu bir antrenman sayıyorum. Bunu mutlaka tekrarlamalıyız. Tebliğlerin hepsi değerli tabiî, fakat bazıları daha çok değerli, bunlar burada kalıyor. "Efendim kitaplaşacak". Yeterli değil. Sizin kitaplarınızı vefâkârlar okur. Yani eski ve yeni İmam-Hatipliler, fakat bu kitabın başka çevreler tarafından okunması gerekir. Okumayanların kulaklarına başka yollardan girmek lâzım. Ben bir Efgânî aşığı değilim, fakat aklıma ondan bir misal geldiği için bir hatırasını anlatacağım. Müslümanlar Hindistan'da ona İngiliz zulmünden dert yanmışlar. Demiş ki, "Sizin kocakarılar gibi ağlayıp inlemeye hakkınız yok. Siz eğer insan değil de sinek olsaydınız ve yeteri kadarınız bir bir İngilizlerin kulağına girip vızıldasaydı, İngilizler buradan çoktan çıkmıştı. Siz insansınız. Bir sineğe nisbetle bir insan neler yapabilir! Onları yapmıyorsunuz, gelip bana ağlıyorsunuz!" Dâvayı dünyaya duyurmak lâzım; kulağa girmek lâzım. Bunun için de bu toplantıyı tekrarlamak lazım. Bizim insanımızı kendi kültürüne yabancılaştırmayı vazife edinmiş olan kişiler açık ve kapalı kapılar ardında toplanmaktadırlar. Sadece kapalı değil, artık açık olarak da toplanıyorlar. Korkmuyorlar. Bunlara o kadar cesaret verdiler ki, bizden çekinmiyorlar. "İktidara geldiğinizde İmam-Hatiplere ne yapacaksınız anlatın bakalım. Şunları şunları yapamayacaksanız biz şimdiden başka sahipler aramaya başlayalım." Böyle diyen, böyle düşünenler var, ama sayıları yeterli, yönetimleri amaca uygun değil. Tabiî bu yalnız İmam-Hatipler konusunda olmasa gerek. Biz hep fırsatı kaçırırız. Artık bu huyumuzu terketmenin zamanı geldi.
Tabiî burada konuşan ilim adamlarına bir diyeceğimiz yok, fakat bununla birlikte bir dinleyici olarak hakkımı müdafâa etmeliyim. Meclis emanettir. Kürsü de emanettir. Burada konuşan biri kendisine tayin edilmiş süre kadar konuşur. Ondan sonra bir kelime fazla söylemek için hazirundan izin alması gerekir. Kendisi de izin alamaz, çünkü burada bir başkan vardır. Ben bunu bir dinleyici olarak söylüyorum. Bu toplantılar tertip edilirken daha az konuda, daha az insana tebliğ verilebilir. 10 tebliğ değil de bir günde 4 tebliğ verirsiniz. Tebliğlerin süresini arttırmış olursunuz. Bazı arkadaşlarımızın söyleyemediği kısımlar söylediklerinden daha önemli. Böylece insan merâmını daha kolay dile getirir, ilgililer de tenkit imkânı bulurlar.
Şimdi bu toplantıdaki tebliğler ile ilgili bir genel değerlendirme yapmaya çalışacağım. Burada din eğitimi ve öğretimini ele alacağım. Din eğitimi de örgün ve yaygın ayrımına tâbîdir. Örgün din eğitimine baktığımız zaman en büyük problemin din eğitimine uygun çerçeve bulma güçlüğü olduğunu görüyoruz. Burada konuşma yapan uzmanlar dediler ki, "Başarılı bir eğitim, ancak ona uygun bir çevre ve çerçeve varsa mümkün olur. Yoksa başarısız olur." Ve bunun delillerini sıraladılar. Ne Türkiye Cumhuriyeti, ne diğer İslam ülkeleri, ne de Batıda bizim insanımızın bulunduğu ülkeler, ideal bir din eğitimi yapmak ve örnek bir İslam insanı yetiştirmek için uygun çevreyi ve çerçeveyi vermiyor. Böyle bir çevre ve çerçeve mevcut değil. Bir kere bunu kabûl etmeliyiz. Bunun oluşması da böyle ikincil tedbirlerle olmaz. Elbette ki insan, her imkân içinde, her şart içinde elinden geleni yapar. Ben arkadaşların tebliğlerinden, "mevcut şartlarda şunlar yapılabilir" mânâsını anlıyorum. O bakımdan başım gözüm üstünde yerleri var. Ama mevcut şartları değiştirmek de lâzım. Biraz da ondan bahsetmek gerek. Çünkü bütün bunları yapmamıza rağmen eğer mevcut şartları değiştirmezsek biraz evvel bahsettiğim İslam insanına hayat veremeyiz. Yapsak yapsak hastayı biraz daha yaşatırız. Bizim alacağımız bu tedbirler ancak bunu sağlar. Misal vermek istiyorum. Bugünkü eğitim sistemi ve uygulaması içinde ilkokul, orta, lisede din eğitimi değil, öğretimi var. Din eğitimi diye bir şey yok. Bizde örgün din eğitimi diye bir şey yok. Benim anladığıma göre bizim okullarımızda verilen din öğretimidir. Zaten bir kere dersin adı Din Kültürü ve Ahlâk. Bu isim bile birçok münâkaşa sonucu bu noktaya gelmiştir. Evvelâ bir kere isme itirâz etmek lâzım. Uygulamacılar bizden fikir ve yönlendirme bekliyorlar. Biz toplumun içinde bulunduğu erozyonu ve onu bekleyen tehlikeleri en bilimsel en gerçekçi şekilde tesbit edip onlardan kurtulmanın çıkış yollarını herkese, her mesâi grubuna ulaştırmakla mükellefiz. Öyle "ben bilim adamıyım, benim işim ilâhiyatçılıktır" diye odamıza kapanıp masamızın başında, kitapları okuyup yazarak günümüzü geçiremeyiz. Yazdığımız kitap ertesi gün eskir. Ne demektir toplumu din yönünden aydınlatmak? Başka yönden kim aydınlatacak toplumu? Aydınlık bir bütündür. Toplumun, insanın dînin dışında kalan bir yönü olmaz. Tabiî burada insanı bir robot kabûl edip bütün harekat ve sekerâtını belli kalıplara ve nasslara bağlamayı kasdetmiyoruz. Fakat ne olursa olsun din dışı kalamaz. Meselâ mubah, insanların serbest bulunduğu sâhalar. İşte o serbest sâhayı tesbit eder, orada istediğiniz gibi hareket edersiniz, fakat kim diyecek ki bu sâha serbesttir? Müslüman, mümin iseniz size o sâhanın serbest olduğunu söylecek olan yine dindir. Böyle düşünürseniz mubah dahil, dînin dışında bir şey kalmaz. Meselâ teknik, teknoloji. "Alınız ilmini Garbın, alınız san'atını -veriniz bir de mesâinizin son sür'atini," bunu Efgânî başlattı, Abduh başlattı. M. Akif merhum da onları takip ederek böyle dedi. Ancak sosyolojik, psikolojik, antropolojik ve pedagojik araştırmalar bize gösterdi ki, bilim ile kültürü ve zenaât ile kültürü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kim demiş kültür ile bilimin, ilmin, fennin alâkası yoktur. Onlar birbirini etkilemez?! İşte bu gerçek gözönüne alınmalı ve din öğretimi, eğitimi ile birlikte uygun çevre ve çerçevede yapılmalı, öğrenci çelişkiler içinde bırakılmamalıdır.
Burada bir parantez açarak bir tebliğde temas edildiği için eğitim ve öğretimde cezâ konusuna gelmek ve eğitimcilere bir soru sormak istiyorum: Acaba çağın getirdiği şartlar ve zorlamalar karşısında mı biz cezâ konusunda bu kadar hassaslaştık? Bu acabanın da sebeplerini şöyle sıralıyorum. Hiçbir kimse kulu Allah'tan, ümmeti Peygamberden (s.a.v.) daha fazla sevemez. Hadîse göre, Allah'ın sonsuz rahmetinin bir cüz'ü mahlûkata taksim edilmiş ve bunun sonucu o ağzına gem, sırtına eğer vurulmayan, yanına kimseyi yaklaştırmayan kısrak, yavrusu yanına geldiği zaman emzirmek için ayağını kaldırır ve ona bir zarar vermemek için titrer olmuştur. Bunu bize sünnetimiz söylüyor. Şimdi insanın Allah'tan daha merhametli olması mümkün mü? Allah isyan edenlere ceza veriyor. Soru soruyorum. İddia etmiyorum. Allah bizden istediklerini yapmasak bize cezâ veriyor. Üstelik hem dünyada, hem de âhirette. Bunların arasında dayak da var. Böyle olunca siz eğitimciler cezâya niye böyle bakıyorsunuz? Tabiî ecdadımızın yaşadığı çağları çirkinleştirerek tasvir eden, bugünkü nesilleri ondan nefret ettirmek isteyenler bir yere medrese resmi yapmışlarsa orada mutlaka çatık kaşlı bir hoca, elinde bir sopa, kılıksız kıyafetsiz bir herif ve bir falaka vardır. Tabiî biz böyle bir eğitimden yana değiliz ve gerçeğin de böyle olmadığını söylüyoruz. Bütün Osmanlı medreseleri bu muydu? Osmanlı medresesinin o mübarek, eli öpülesi hocaları; büyükleri, velileri, sanatkârları, erenleri, Fatih'leri yetiştiren hocaları nerede? Medresede eğitimi korku ve dayak üstüne bina edilmiş gösteriyorlar. Bizim halkımız da dayak cennetten çıkma demiş, nereden demişse! Öyle bir şey yok. Ben dayağın cennetten çıkmadığına inanıyorum. Orada da yok zaten. Dayak cehennemden çıkmıştır. Ancak eğitimcilerimiz cezâ konusuna eğilirken, bir müslüman bilim adamı olarak eğilsinler. Ben diyorum ki, eğitim dalı, psikoloji dalı tabiî ve matematik bilimler gibi müsbet ilim değildir. Oralarda, bu dallarda birtakım gözlem ve deneylere dayalı genellemeler yapılmıştır. Değişebilir. Değişmeye açıktır. Bugün ilim adamları fizikte, kimyada kesinliğin olmadığını söylüyorlar. Acaba matematiğin hangi şubesinde kesinlik vardır? Bu konuşuluyor. Fizik kimya değil. Birisi bir nazariye öne sürmüş, bir tecrübe yapmış; Kur'ân nassı ile çatışınca "bu Kur'ân nassında bir şey var" deniyor. Kur'ân nassında bir şey olur da Amerikalı'nın nassında bir şey olamaz mı? Ben eğitimcilere diyorum ki, Amerikalının nassını da eleştirin. Eleştirel yaklaşın. Bizim bazı eğitimcilerimiz, Kur'ân ve sünnet naslarına, daha cesaretle, eleştirel yaklaşıyorlar da ilmî kesinlik taşımayan beşerî nasslara eleştirel yaklaşamıyorlar. Ne beklediğimi söylüyorum. Sorumu da tekrarlıyorum: Eğitim cezâsız mı olacak? Ve hakikaten dayak olmaz mı? Öyleyse İslâm dayağı, hem cezâ hem de eğitim aracı olarak kullanmak ile hata mı etmiştir? Yoksa dayağın bir eğitim aracı olarak kullanılmasının özel çağları mı vardı, uygun çevresi mi vardı? Yani o zaman pedagojikti, eğitim ilkelerine uyuyordu da şimdi mi uymuyor? Öyleyse niçin?
Sabri hoca burada eğitim çevresinin dört unsurunu saydı: Bir aile, iki ailenin ilişkide bulunduğu diğer bireyler, üç çocuğun arkadaş grubu, dört televizyon. Diyelim ki bir lisede din eğitimi değil, din öğretimi yapacağım, ahlâk öğretimi yapacağım. Öğrenciler var ki, din eğitimi, öğretimini kabûl etmiyor. Ahlâk'ı kabûl etmiyor. İsim olarak kabûl etmiyor, ders olarak kabûl etmiyor, hocasını kabûl etmiyor. Anası belli, babası belli, arkadaş grubu belli, ailesi belli, televizyonu belli. Şimdi bu çevrede, çerçevede siz nasıl din eğitimi vereceksiniz. Öyleyse yapılacak ilk iş bu çevre şartlarını A'dan Z'ye kökten değiştirmek. Bunun yolunu yöntemini bulmalıyız, başka yolu yok. Problem burada düğümleniyor. Ömrümüzü bunun için çalışarak geçirmemiz gerekiyor. Eğer "mevcut şartlar içinde yapabileceğimizi yapalım" derseniz, sizin damarlarınızı kesmeye çalışanların gücü, mevcut şartlar içinde sizden bin kat daha fazladır ve bin kat fazlasını yapmak için çalışıyorlar. Bunun sonucu ne olur? Söylediklerinize karşı değilim. Ben sizin dediklerinizin çoğunu yıllardan beri söylüyorum. Bizim sinemaya, televizyona, tiyatroya, basına, edebiyata, romana, şiire, mutlaka el atmamız, sanatın bütün kollarına el atmamız lâzım ve bunu din eğitim ve öğretiminde, İslâmlaşmada bir araç olarak kullanmamız şart. Ben bunları söyleyen bir fıkıhçıyım. Temelde size karşı değilim, fakat amaca ulaştırma açısından bunlar yetersizdir. Ben yanlış bilmiyorsam Türkiye'de 6-7 kanal var, bunların haftalık toplam programı 400 saat. Bu 400 saat genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle nasıl bir insan tipinin ortaya çıkmasını öngörüyor, nasıl eğitiyor? Bunun müsbeti birse, ikiyse, onsa, menfîsi ise doksansa biz nasıl sonuç alırız? Basını, mektebi, televizyonu böyle olunca. O kadar menfî etkiyi bu kadar müsbet ile kaşılamaya çalışırsak biz nasıl sonuç alırız? Yapılanları yapmayalım demiyorum. Bunların hepsini yapalım. Yapabildiğimizi son haddine kadar yapalım. Ancak şartları bir bütün hâlinde düşünelim. İnsan bir bütündür. Toplum, kültür bir bütündür. Kültürün sadece sosyal yapıyla, dinle, imanla, düşünceyle değil, aynı zamanda müsbet ilimler ile, aynı zamanda teknik ve teknoloji ile ilgisi vardır. Eğitimimiz millî ise onun mimarları önce kendi değerlerimizden yola çıkarak amacı tesbit etmeli, sonra bu amaca götüren en uygun araçları bulmalıdır. Eğitim çevresinde çelişkiler olmamalıdır. Amaç bizim alternatif insanımızı yetiştirmek, kültürümüzü çağa sunmak olmalıdır.
Mevcut imkânlar içerisinde yapılması gerekenler hakkında daha da kısaltarak bazı şeyler söyleyeyim. Örgün eğitimde uygun çevre lâzımdır, bu çevre yoktur. Din kültürü ve ahlâk dersinin konuları sınırlıdır. Devlet bize, "Düşünce, inanç, ahlâk, ibâdet olarak İslâm; bir müslüman müslümanda -bilgi ve eğitim yönünden- nelerin bulunmasını istiyorsa ben onları vermeye hazırım. Şimdi siz bana bunların programını hazırlayın, sonra kitabını yazın ve ben de izin vereyim, bunu okutun" demiyor. Cumhuriyet tarihi boyunca bunu demedi. Onun ilkeleri var. İlkelerini önünüze koyuyor. Kayıtları var. Önünüze koyuyor. Arkadaşlar TRT'ye Kur'ân-ı Kerîm okumaya gidin. İstediğiniz yerden Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir misiniz? Okuyamazsınız. İşte bunun için burada diyorum ki: Konu ve anlatım sınırlıdır. Programa onun istediği konmuştur, İslâm'ın istediği değil. Sıra anlatmaya gelir. Anlatırken biraz konuyu besleyelim dese o hocayı orada bırakmazlar. Bunun nice örnekleri vardır. Tamam bazıları politika yapmıştır, bazıları beceriksizdir, bazıları kaş yapayım derken göz çıkarmıştır, ama bunların içinde iyi niyetli olanlar da vardır ve bunlar sürülmüştür, bunların bir kısmı mesleği bırakmak zorunda kalmıştır. Mevcut sınırlı imkânlar içinde bile böyle kısıtlamalar vardır. Eğer bir şey yapacaksak bunları zorlamalıyız. Lâiklik neydi? Bir kimsenin dilediği dîne inanması ya da inanmaması, dîninin gereklerini yerine getirmesi veya getirmemesinde özgür olması değil miydi? Yani din ve vicdan hürriyeti bunu gerektiriyordu. Lâiklik devlet olarak buna müdahale etmemeyi âmir değil miydi? Bunu elde etmeye çalışalım hiç olmazsa. Biz lâik bir devletin teminatı altında din eğitimi ve öğretimi vermiyoruz. Biz lâik bir devletin müdahalesi altında din eğitimi ve öğretimi veriyoruz.
Eksikliklerden bir tanesi de eğitim yokluğudur. Namaz kılmayı öğrettiniz. İnandırdınız. Sabri hocanın sözlerini hatırlayınız. "Düşündürdünüz, inandırdınız, özendirdiniz." Bunları mükemmel şekilde yaptınız. Ezân Allahuekber dedi. Okulda çocuk namaz kılmak istiyor. Teneffüs 10 dakika. Rahatlıkla kılabilir. Hani mescit. Hani oda? Şimdi zihniyete bakın arkadaşlar. Bir Reisicumhur bir mektebi açmaya gidiyor, o mektebi yaptıran zat kendisinden bir şey istiyor, "Bu mektebin bir odasını ayırın da çocuklar namaz kılsınlar." diyor. Başkanın cevabı: "Okul başkadır, ibâdet yeri başkadır." Eğer bir zihniyet okul ile ibâdeti böylesine kalın bir çizgiyle, böylesine bir demir perdeyle ayırabiliyorsa siz o okulda nasıl bir din eğitim ve öğretimi vermeyi düşünüyorsunuz? Arkadaşlar eğer Anayasada bir değişiklik gündeme gelirse, göreceksiniz, tartışılacak mevzûların bir tanesi de bu "din dersinin mecbûrî olması" olacaktır. Orada diyecekler ki, "bu lâik devlet ilkesi ile bağdaşmıyor. Bu maddeyi kaldıralım." buna falân filân parti de hazırdır. Ben ise lâiklik içinde bile bu maddenin kalabileceği kanaatindeyim; yalnız bir kayıtla. Bu memlekette kişilerin beyanını esas alırsanız istatistikçilere göre nüfusun %99.6'sı müslümandır. Bir insanın müslümanım demesi çocuğunun rüşd çağına gelene kadar İslâmî din eğitim ve öğretimi almasına taraftar olması demektir. İrâde beyanı mânâsına gelir bu. Tabiî olarak herkes (% 99) bu derse tâbidir. İstemeyen velinin çocuğu bu dersi almaz. İşte bu kadar. Şu hâlde, ilgili maddeye bir kayıt konur: "Çocuğun din öğretim ve eğitimi almasını istememek velilerin hakkıdır." Böylece velilerin müslüman olmaları sebebiyle -bunu din dersini isteme şeklinde değerlendirerek- mecbûrî olan din dersi, istemediklerini beyan eden velilerin çocuklarına verilmez, din ve vicdan hürriyetine de riâyet edilmiş olur.
Gelelim yaygın eğitime: Din görevlilerinin konumları bir kere yaygın eğitim için müsait değildir. Milletin din görevlisine bakışı açısından, câmiin fonksiyonları açısından ve din görevlisinin görev anlayışı açısından bu böyledir. Bir İmam-Hatipli dostum bana bir mektup yazmış, "Hoca, Elhamdülillah bugün namaz kıldırma memurluğundan emekli oldum. Bundan sonra inşaallah dinime hizmet edeceğim" demişti. Görevlinin konumunu bu cümle çok güzel ifade ediyordu. Büyük bir kısmı ikinci üçüncü iş ile uğraşıyor, câmiye namaz vaktinde geliyor, bir an önce gitmek istiyor, çünkü başka işi var, namazı çabuk kıldırıp ona gidecek. Sabah namazından önce kalkıp yatsı namazına kadar câmide görev yapan da imam, namazı kıldırıp hemen giden de imam. Burada bir aksaklık var. Bizim bir başka din görevlisi tipi ortaya koymamız gerekiyor; ehliyetli, fedâkâr, eğitimci..
Câminin asıl fonksiyonları nedir? Bugünkü fonksiyonları nedir? Ben merak ettim, Allah Rasülü (s.a.v.) zamanında câmi hangi fonksiyonları îfâ etmiş diye, baktım 10 madde buldum. Bunun içerisinde eğlence de var, hem de câminin içinde, bunun içinde Hıristiyanların ayinine izin vermek de var, diplomatik görüşme yapmak da var. Hastaların bakımı, devlet misafirhanesi, istirahat mahalli, millet meclisi, okul, mâbet... Buna mukabil bizim câmimizde ne yapılıyor? Câminin fonksiyonunun, çehresinin ve çerçevesinin değiştirilmesi lâzımdır. Câmi imamının başkanlığında câmi etrafında müslümana hizmet veren, müslümanım demekten gayri müslümanlık adına hiçbir şey bilmeyen insanlara hizmet veren, her türlü dert ve ihtiyaçlarına eğilen kurum ve faaliyetlere ihtiyacımız var. İşte câmiyi böyle fonksiyonel etmek lâzım. İnsanlardan namaz kılma mecbûriyeti istemeden onlara hizmet verecek tesisler kurmamız gerek. Bunları imam ve cemâat olarak kurmalıyız; sevgi, merhamet ve paylaşma temeline dayalı, dolaylı bir din eğitimi seferberliği başlatmalıyız. Dolaylı din eğitimi ne demek? Dinden bahsetmiyorsun, imandan bahsetmiyorsun, adamdan namaz kılmasını, oruç tutmasını, içkisini bırakmasını istemiyorsun; yalnız sen kendin, vazifesini yapan, Allah için yapan bir müslüman olarak onunla paylaşıyorsun. Neyi? Hem nimeti, hem külfeti. İşte bu yepyeni bir metoddur. Ama nasıl yeni? Rasûlullah'ın (s.a.v.) tatbik ettiği, sonraki insanların unuttuğu, şimdi bizim yeniden başlatmamız gereken yeni bir metod. Yeni bir mânâdadır; yoksa paylaşmaya dayalı din eğitiminin şaheserini Allah Rasulü (s.a.v.) gerçekleştirmiştir. İçim yana yana söylüyorum, ben de iki sene vaizlik yaptım, onun için kimse alınmasın, biz zengin sofrasında kebabını, soğanını yeriz, ondan sonra abdestimizi alır, kürsiye çıkar konuşuruz. Karşımızdaki adam açtır, ona durmadan ibâdetten, cennetten, cehennemden bahsederiz. Din adamında öyle bir merhamet olmalı ki, fakir cemâati düşününce o kebap boğazından aşağı inmemeli. İşte o zaman paylaşma başlar. Fakir karnından bir taş çıkardığı zaman benim imam iki taş çıkarmalı, 1,5 taş çıkarmalı.
İmam-Hatip Liseleriyle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum. Kurt ile kuzu arkadaş olmuşlar. Ne kadar olabilirlerse. Kurt bakmış bu kuzu yenir, fakat arkadaş, atılıp yiyemiyor. Bir bahane lâzım diye geçirmiş içinden, bir dereye gelmiş su içmeye başlamışlar. Kurt yukarda, kuzu aşağıda. Yukarıdan kurt bağırmış;"suyu bulandırıyorsun." Kuzu cevap vermiş: "Siz yukarıdasınız ben aşağıdayım, sizin suyunuzu nasıl bulandırabilirim?" Kurt, "Bir de bana karşı geliyorsun ha!" demiş. Kuzu "Anlaşıldı sen beni yemeye niyet etmişsin, bahaneyi bırak da gel ye" cevabını vermiş. Kuzu İmam-Hatiplerin de kurtları var. TÜSİAD raporu ve benzerlerine biz hep aynı tepkiyi veriyoruz. Bu usûlü bırakalım. Biz neden İmam-Hatiplileri sadece bu ülkenin din görevlisi ihtiyacını karşılayan okullar olarak görelim ve müdafaamızı ona göre yapalım. Neden buna mecbûruz? "Siz hangi mektebi böyle istihdama göre plânladınız ve bu ihtiyaç zeminine oturttunuz da sıra İmam-Hatip Liselerine geldi?" diye soralım! Bu kadar meslek okulu var, siz bunları hangi bilgisayarla hesap ettiniz de, on sene, beş sene, yedi sene sonra şu ve bu şartlarda ne kadar elektrikçiye ne kadar ustaya ihtiyaç olacağını bildiniz, sayıyı buna göre ayarladınız?" diyelim. Böyle bir âleti kim keşfetti? Açarsın mektebi, tabiî seleksiyon içinde mesele hallolur; demokrasi de bunu gerektirir. İmam-Hatip Liselerinde, diğer liselerin dersleri de vardır. Mezunlardan dileyen ve kâbiliyeti, ehliyeti olanlar din görevlisi olur, dileyen yüksek öğrenim yapar, dileyen başka iş ve hizmetlere tâlip olur. Diğer liselerin mezunlarından bunların ne farkı var ki, istihdama göre ayarlamaya bunlardan başlanıyor?
Daha köklü çözümler için de şunları söylemek mümkündür:
Bütün dünya bir ülke, bir kültür ve bir millet hâline hiçbir zaman gelmemiştir ve herhalde gelmeyecektir. Daima farklı medeniyetler, kültürler ve milletler bulunacaktır. Bugün, çoğulcu sistemi benimsemiş gözüken -Batıda aslında Batı medeniyeti çoğulcu değildir, eritici ve yutucudur- ülkelerin ve toplumların her birinin bir hâkim kültürü vardır. Çoğulculuk bunu bırakıp kültür aşûresi yemek değildir; diğer kültürlerle yanyana ve içice yaşamaktır. Bunu ise tarihte yalnızca İslâm medeniyeti gerçekleştirebilmiştir. Bugün toplumumuz bir kültür buhranı yaşıyor, bunu aşabilmek için modernist ve gelenekçi aydınların bir uzlaşıya varmaları şarttır. Bu uzlaşı, ortak millî ve mânevî değerlerimiz üzerinde olacaktır; çünkü bizi "biz" yapan bu değerlerdir. Sonra bu değerlerin yeni nesillere kazandırılması amacına yönelik yeni bir millî eğitim sistemi kurulmalıdır. İşte bu yapıldığı takdirde tedbir, İmam-Hatip Liselerini kapatmak veya azaltmak değil, bütün liseleri biraz onlara benzetmek olacaktır.
Özetlemek gerekirse: Halkın şiddetli ve ısrarlı isteğinden doğup geniş ölçüde onların maddî ve mânevî desteğine dayanan İmam-Hatip Okulları hakkındaki yanlış duygu, düşünce ve beklentilerden vazgeçmeli, bu okulları sayı ve kalite bakımlarından ihtiyacı (talebi) karşılayacak seviyeye getirmeli, orta kısmını kapatmak gibi gizli ve örtülü baltalama, budama yollarına gidilmemelidir. Bu okullardan mezun olan çocuklarımızın yüksek öğretimde, bürokraside, toplum içindeki çeşitli faaliyetlerinde başarılı oldukları, millî varlığımıza ve kültürümüze sahip çıktıkları, millet ve memleket aleyhine hiçbir faaliyette bulunmadıkları apaçık ortadadır. Millet ve memleketini seven insanlarımızın bu okulların çoğalıp gelişmesi dışında yapabilecekleri bir şey olmaması gerekir.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: