HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Fikir ve vicdan hürriyeti üzerine28
İslâm'da fikir hürriyetinin muhtevâsı ve sınırları nelerdir? Müslümanlar ile gayr-i müslimler arasında, bu noktada bir eşitsizlik söz konusu olabilir mi? Meselâ bir dinsizin fikir açıklama hürriyeti var mıdır? Ne ölçüye kadar?

Cevap:
a) İslâm'da insanlar önce inanmak, sonra imanlarını pekiştirmek, yakın derecesine ulaştırmak için düşünmekle mükelleftirler. Ana-babadan, çevreden intikâl eden, körükörüne benimsenen inanç İslâm'da makbul değildir. Sâliklerine düşünmeyi bir vecîbe kılan İslâm'ın bunun tabîî bir sonucu olarak düşünme hürriyetini de tanımış olması gerekir. Şüphe iman veya inkâra giden yolun başlangıcıdır; şu halde kişinin şüphe etme hakkı da sözkonusudur. Kişinin kendi başına düşünmesi sahasında düşünce hürriyeti mutlaktır; ne muhtevâ ne de amaç ve sonuç üzerinde bir kısıtlama bahis mevzûudur. Bu noktada müslüman ile gayr-i müslim arasında bir fark yoktur; her ikisi de serbestçe düşünebilirler.
b) Düşünceyi açıklama konusuna gelince, kamu düzeninin korunması ve inanan kişilerin rencide edilmemesi maksadıyla bazı sınırlamalar mevcuttur. Gayr-i müslimler, çoğunlukla müslümanların oturdukları yerleşim merkezlerinde çan çalma, yortularda sokakta haç taşıma vb. davranışlardan menedilmişlerdir. Kamu düzeninin korunmasına, müslümanların rencide edilmemelerine yönelik olan bu tedbir, fikir açıklama bakımından da sözkonusudur. Belli bir düşünceyi ve inancı paylaşanlar bunu kendi aralarında rahatça konuşup tartışabilirler. Ancak başka inancı benimseyenler arasında fikirlerini açıklamaları, fitne denilen "asâyiş ve huzurun bozulması" olayı ile ilişkilidir; fitnenin bulunmadığı yerde fikir de açıklanabilir.
Müslümanların düşüncelerine gelince: Sünnî ortamda yaşayan bir müslüman, Ehl-i Sünnet inanç ve düşüncesine ters düşen inanç ve fikir taşıyorsa bunu açıklamasına değil, başkalarını ona dâvet etmesine; yâni propaganda yapmasına, yine fitneye bağlı olarak engel olunur. Böyle inanç ve fikir sahipleri bir grup teşkil etmiş bulunursa bunlara "bidat ehli" denir. Bidat ehli, kendi düşünce ve inançlarını iktidar yapmak üzere eyleme geçmedikçe kendilerine müeyyide uygulanamaz. Serahsî'nin tesbitlerine göre Hâricîlerden bir grup, bir yerde toplanmış ve Halife Hz. Alî aleyhinde konuşmuşlardı. İçlerinden birisi Hz. Alî'yi öldüreceğine yemin etti. Durumu gören bir müslüman bu kişiyi yakalayıp Hz. Alî'ye getirdi ve aralarında şu konuşma geçti:
- Onu serbest bırak.
- Seni öldürmek üzere Allah'a yemin ettiği halde onu nasıl serbest bırakabilirim?
- Beni fiilen öldürmediği halde onu öldüreyim mi?
- Ama sana hakaret etti!
- Sen de ister ona hakaret edersin, ister hakaret de etmeden serbest bırakırsın!
Serahsî bunu ve benzeri başka olayları naklettikten sonra "müslümanların çoğunluğunun düşünce ve inançlarına ters düşen düşünce ve inanç sahipleri, devlete isyan etmedikçe devletin bunları öldürme veya hapsetme haklarının bulunmadığı" sonucuna varmaktadır.29
Müslümanın açıklayamayacağı bir tek inanç vardır o da "İslâmı terketmek, İslâm'dan dönmek, başka bir inancı veya imansızlığı benimsemektir." Henüz müslüman olmayan şahısların bu hakları var iken müslümanlar için böyle bir hak tanınmamıştır. Bunun da sebebi, "bir kere gerçekten müslüman olan bir şahsın, bir daha İslâm'ı terketmesi için hiçbir geçerli mâzeret ve sebebinin bulunamayacağı inancıdır". Dinden dönmenin serbest olması, bazı yükümlülüklerden kurtulmak için kötüye kullanılmasına da sebep olacaktır. Ayrıca müslüman, toplumun sırlarını, gizliliklerini bilen, gizlilikler kendisine açılmış bulunan bir şahıstır. Böyle bir şahıs İslâm'dan dönünce topluma hıyanet etmesi ihtimali vardır ve bu hıyanet, yabancınınkinden daha zararlı olur. İşte bunun için başka sistemlerde vatana hıyanet suçuna verilen ceza, İslâm'da dinden dönme suçuna verilmektedir.
Bir kısım İslâm müctehidlerine göre dinden dönme suçunun cezası ölüm değildir. Ancak dinden dönüp müslümanlara savaş açan öldürülür. Ebû- Hanife'ye göre dinden dönen kadın öldürülmez; çünkü kadın savaşçı değildir.
Bu vesile ile Hz. Peygamber'in (sav) Necrân hıristiyanlarının şahsında bütün kitaplı gayr-i müslimlere hitaben yazdırdığı andlaşma metnini vermekte fayda görüyoruz. Bu metin, gayr-i müslimlere verilen düşünce ve vicdan hürriyetinin muhtevâ ve sınırlarına ışık tutmaktadır:
"...Hiçbir din adamının görevi, râhibin ruhbanlığı değiştirilmeyecek, kimse seyahatten menedilmeyecek, mâbetleri yıkılmayacak, binaları İslâm mescitlerine veya müslümanların binalarına katılmayacaktır. Kim bunları yaparsa Allah'ın ahdini bozmuş, Resûlüne karşı durmuş ve Allah'ın verdiği emandan yüz çevirmiş olacaktır... Papazlardan, din adamlarından, kendilerini ibâdete vermiş kişilerden, keşişlerden, tenha yerlerde ve dağ başlarında ibâdetle meşgul olanlardan cizye ve harâc (vergi) alınmayacaktır... Hıristiyan dinini benimsemiş bulunan hiçbir kimse müslüman olması için zorlanmayacaktır; '...ehl-i kitâb ile ancak güzellik yoluyla mücadele ediniz.' Onlar nerede olurlarsa olsunlar kendilerine merhamet kanatları gerilecek, kimsenin onları incitmesine izin verilmeyecektir... Bir hıristiyan kadın kendi isteği ile bir müslüman erkeğin yanında bulunursa (onunla evlenirse) müslüman koca onun hıristiyanlığına razı olacak, kendi büyüklerine uyma ve dinî görevlerini yerine getirme konusundaki arzularına uyacak ve onu bunlardan menetmeyecektir. Kim buna uymaz ve kadını dini konusunda sıkıştırır, baskı altında tutarsa Allah'ın ahdine, Resûlünün andlaşmasına karşı çıkmış olur ve o kişi Allah nezdinde 'yalancılardan' biridir.
Eğer onlar (hıristiyanlar) kilise ve manastırlarını tamir, yahut başka bir din ve dünya işinde müslümanların yardımına muhtaç olurlarsa müslümanlar onlara yardımda bulunacak ve bu onları borç altına sokmayacaktır; yardım, dinî bir ihtiyaçlarından dolayı onları destekleme, Allah Resûlünün ahdine vefâ, onlara bağış ve Allah'ın bir lûtfu olarak yapılacaktır..."30
Bu antlaşma Resûlullah'ın (sav) halîfeleri tarafından teyid edilmiş yalnızca İslâm ülkesinin istiklâl ve bütünlüğünü, İslâm toplumunun izzet ve düzenini koruyacak bazı ekler getirilmiştir.31

"Dinde zorlama yoktur" hükmünü nasıl yorumluyorsunuz? Bunu takiben, bu hükme son zamanlarda yapılan "ama İslâm'da vardır" şeklindeki ilâve kayıt hakkında görüşünüz nedir?
a) "Dinde zorlama yoktur" hükmünü yorumlamadan önce bu hükme temel teşkli eden âyetin meâline bakalım: "Dinde zorlama yoktur; artık doğruluk ile eğirilik birbirinden ayrılmıştır. Kim Allah'tan gayrısını (tâğûtu) inkâr edip Allah'a iman ederse sağlam kulba yapışmıştır. Allah işitir ve bilir."32 Âyet'in açık ifadesinden anlaşıldığına göre dinde zorlama, iman edip etmeme konusu ile ilgilidir. Allah Teâlâ insanlara doğruyu eğriden ayıracak aklı vermiş, ona yardımcı olmak üzere kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Bundan sonra dileyenin iman edebilmesi, inanma ve inancı yaşamasının önünde bir engelin bulunmaması gerekecektir; bunu temin de müslümanların vazifesi ve cihadın gâyesidir. İslâm hâkimiyeti din ve iman hürriyeti getirecek, bu hürriyet içinde isteyen, akıl ve iradesini kullanarak iman edecektir. Bu güçlerini hakkıyla kullanamayıp iman edemeyeni de zorlamanın faydası, zorla elde edilecek imanın değeri, yoktur.
b) Kişi, din ve vicdan hürriyetinin sınırsız olarak tanındığı bir ortamda akıl ve iradesini bu yönde kullanarak müslüman olursa yalnızca iman çizgisinde kalıp, bu imanın gerektirdiği davranışlar konusunda serbest olabilir mi? Soru içindeki bu ikinci sorunun cevabı menfîdir; yani iman eden, dilediğince yaşama konusunda serbest değildir. Müslüman olmak kendini Allah'ın iradesine teslim etmek, O'nun iradesine göre yaşamayı taahhüt eylemek mânâsına gelir. Hem müslüman olup, hem de nefis ve aklının hükmettiği gibi yaşamak, hem asker olup, hem de sivil gibi yaşamaya benzer. İslâm, kendisine iman etmeyenleri buna zorlamaz; iman ettim diyenleri de serbest bırakmaz; onları disiplin içine alır, ömür boyu eğiterek iyi bir Allah kulu olmasını sağlar. Kişi bu disiplin ve eğitim karşısında direnirse bir dizi müeyyide ile karşılaşır; namaz kılmamanın, oruç tutmamanın, zekât vermemenin, haramları çiğnemenin, haklara tecavüz etmenin, suç fiilleri işlemenin, huzur ve âsâyişi bozmanın, başkaca vecîbeleri yerine getirmemenin, kimi mânevî, kimi maddî ve cezâî müeyyideleri vardır; müeyyide ise zorlamayı beraberinde getirir.

"İslâm totaliter bir yönetim öngörür. Bu yüzden eğer dindarlar hakim olursa bizim temel hak ve hürriyetlerimiz kısıtlanacak" şeklinde ortaya konan görüşleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap:
Bu düşünceyi taşıyanlar ya müslümandır, yahut da gayr-i müslimdir.
a) Gayr-i müslimlerin temel hak ve hürriyetleri İslâm hâkimiyetinde korunmaktadır. Birinci soru münasebetiyle tercümesini sunduğumuz ve Resûlullah (sav) ile Necran hıristiyanları arasında imzalanmış bulunan andlaşma bunun en parlak örneği ve vesikasıdır. Asırlar boyunca İslâm hâkimiyeti içinde yaşayan gayr-i müslimler, hem kültür ve kimliklerini koruyabilmişler, hem de müslümanlardan daha müreffeh olmuşlardır. Hak ve hürriyetler konusundaki cüz'î kısıtlamalar toplum ve devletin güvenliği ile ilgili bulunmaktadır.
b) Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini onlara bahşeden İslâm'dır. İslâm'ın bahşettiği bu hak ve hürriyetleri gasbetmeye kalkışan yönetimler, adları ne olursa olsun, meşrîiyetlerini kaybederler. Bu yönetimleri İslâm'a izâfe etmek ve meselâ İslâm padişâhı, sultânı, lideri... demek doğru değildir ve gerçeği aksettirmemektedir. Totaliter olmakla ittiham edilen İslâm'ın ilk halifesi (devlet başkanı) bu makama beyat ile (bir nevi seçim ile) gelmiş ve ilk hitabesinde şunları söylemiştir: "En hayırlınız olmadığım halde beni bu makama getirdiniz; eğer beni hak (doğru, âdil, kanunlara uygun bir davranış) üzerinde bulursanız bana yardım edin, bâtıl üzerinde görürseniz beni düzeltin. Ben sizi yönetirken Allah'a itâat ettiğim sürece siz de bana itâat edin. Aksi halde bana itâat borcunuz yoktur. İyi bilin ki -başkalarından onun- hakkını alıncaya kadar içinizde en zayıf olan benim nezdimde en güçlüdür. Başkalarının hakkını kendisinden alıncaya kadar içinizde en güçlü olan, benim nezdimde en zayıf olandır. İşte bu sözlerimi söyler ve Allah'tan beni bağışlamasını dilerim." Bu hitabe, bugün adına "hukuk devleti" denilen sistemin bundan ondört asır önceki ifadesidir ve uygulama da bu yönde olmuştur. Eğer bazı müslümanlar fuhşa, sömürüye, müstehcenliğe, bozgunculuğa... hürriyet istiyor ve bunu "temel hak ve hürriyetler" içinde sayıyorlarsa İslâm'ın bunları kısıtlayacağına kaçınılmaz olarak bakmalıdırlar.
Ancak bu kısıtlama, total bir yönetimin iradesi ile değil, iradesini Allah iradesi içinde eritmiş bir toplumun iradesi ve rızâsı ile olacaktır. Bugün demokrasi ile idare edilen bazı ülkelerde, aynı inancı paylaşan birkaç kişi evlerinde toplanıp bazı kitapları okusalar, yahut Allah'ı zikretseler bu suç sayılmakta, evleri basılıp aranmakta, bu fiili işleyen (kitap okuyan, Allah'ı zikreden insanlar) hapse atılmakta, memuriyet veya okuma hakkını kaybetmekte, eziyet ve işkenceye tâbî tutulmaktadırlar. İslâm'da ise suç sayılan bir fiili evinde veya başka bir gizli yerde işleyen insanların üzerine gidilemez, evleri basılamaz, suçları teşhir edilemez. Yalnızca buna muttalî olanlar çeşitli ıslâh yolları ile onları doğru yola çekmeye çalışırlar. Hz. Ömer bir gece şehri teftiş ederken bir kimsenin evinde içki içtiğini farketmiş ve duvardan atlayarak evi basmış, şahsı suç üstü yakalamıştı. Suçlu "ben yalnızca bir suç işledim, bunu da evimde, gizli olarak yaptım, sen ise üç suç işledin; Allah evlere kapısından girin dedi, duvardan girdin; " izin almadan girmeyin" dedi, girdin; gizlilikleri araştırmayın, tecessüste bulunmayın dedi, bulundun; kusur ve günahları örtün dedi, buna da riâyet etmedin" deyince Halife bu şahsı haklı bulmuş, öğüt verdikten sonra serbest bırakmıştır.

İslâm ve demokrasi münasebeti hakkındaki düşüncenizi öğrenebilir miyiz? Seçim, meclis, kanun hâkimiyeti, muhâlefet gibi ana müesesse ve prensipleriyle demokrasiyi, İslâm'ın devlet hayatını tanzim eden esasları ışığında nasıl bir değerlendirmeye tâbî tutarsınız?

Cevap:
Bu sualin bazı kısımları yukarıda dolaylı olarak cevaplandırılmış oldu. Geri kalanına şöyle bir toplu cevap vermek mümkündür:
İslâm, devlet yönetiminin Kur'ân-ı Kerîm, sünnet ve icmâ kaynaklarına dayanmasını istemektedir. Bilindiği üzere İslâm'da kanunlar da bu kaynaklara dayanmakta, boşluklar ictihad ile doldurulmaktadır. Bu kaynakların ümmetten istediği bir husûs da her önemli işlerini danışma (meşveret, şûrâ) ile yürütmeleridir. Devlet yönetimi müslümanların en önemli işleri arasında olduğuna göre bunun da danışmaya dayanması, bir kişi veya grubun istek ve düşüncesine bağlı kalmaması zarûreti ortaya çıkıyor. Danışma mecliste olacaktır, meclis üyelerini tesbit etmenin yollarından biri de seçimdir. Devlet başkanını ya doğrudan doğruya halk, yahut da onların verdiği vekâlete dayanarak bu meclisin üyeleri seçecektir. Hz. Peygamber'in (sav) kurduğu Medine Site-Devleti için bir anayasa hazırladığını, kendisi dahil herkesin bu anayasa ile kanun mesabesinde olan Kur'ân-ı Kerîm'e ve Sünnet'e uyduklarını, hiçbir kimsenin kendisini bu kanunların üstünde görmediğini, kanunun herkese eşit olarak uygulandığını... biliyoruz. Bu tutumu ilk dört halife ile daha sonra gelenlerin birkaçı aynen devam ettirmişlerdir. İslâm'da muhâlefet rejim üzerinde olamaz; Kur'ân'a ve meşverete dayanan rejimi değiştirip bunlara dayanmayan bir düzen getirmek üzere parti kurulamaz. Ancak gerek meclis üyeleri ve gerekse devlet başkanı seçilirken muhâlif şahıs ve gruplar olabilir, başka adayların etrafında birleşip bunları seçtirmek için meşrû zeminde mücadele edebilirler. Seçimden sonra bu mânâda muhâlefet sona erer ve toplum bir bütün olarak, "yöneticiler hak yolda oldukları müddetçe" ona arka çıkar ve yardımcı olurlar, yöneticiler hak yoldan saptıkları zaman onları düzeltmeye çalışırlar. Gerek Hz. Ebû Bekr'in ve gerekse Hz. Ömer'in hitâbelerinde bu husûs bütün açıklığı ile ifade edilmiştir. Ayrıca beşerî (ictihadî) düşünce ve düzenlemeler konusunda daima muhâlif şahıs ve gruplar olabilir; bunlar gerek yönetim ve gerekse ülke kalkınması, öncelikler, yöntemler, teknikler... konusunda farklı düşüncelerini ileri sürebilir, iktidarın bunu gerçekleştirmesini isteyebilirler? İktidar, çoğunluğun kabul ettiği mâkul ve meşrû sebeplerle muhaliflerin görüşlerini kabul etmezse muhalifler de buna boyun eğerler; ancak yine makul ve meşrû sebeplerle iktidar boşluğu doğunca kendileri iktidar olmak üzere çalışmalarına devam ederler.
İşte İslâm, belli bir isim koymadan yönetimin, yukardaki esaslara dayanmasını istemiştir. Diğer sistemler ile yapılacak karşılaştırmalarda bu esaslar gözönüne alınacaktır.

"Ahkâm-ı şer'iyeyi tatbik ve tanzim ve icrâ etmek ve hürriyet-i fikirden neş'et eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayret lâzımdır ki; ulemâ-i muhakkikînden bir hey'et-i âliye bulunsun ki, o hey'et umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemânın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icma-i ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar? O vakit ictihadın neticesi o icma ile şer'an düstur olabilir. Ve icmaın tasdik ve sikkesiyle umuma şamil oluyor." Bir İslâm hukukçusu olarak, Bediüzzaman Said Nursî'den aldığımız bu sözlerini nasıl yorumlarsınız?33
Bu sözler ictihad, icmâ ve şûrâ ile ilgilidir. Üstad'a göre ictihad gereklidir ve hiçbir zaman durması düşünülemez; ancak ictihadın neticesinin düstûr olabilmesi için üzerinde ulemânın -veya çoğunluğun- birleşmesi gerekir. Böylece cumhûr görüşü veya icmâ elde edilmiş olur. Müslümanların meseleleri üzerinde görüşecek ve ictihadları birleştirecek olan ulemâ (hey'et-i âliye), gerektiğinde kendilerine başvurulmak üzere bir yerde bulunmalı, yahut oraya toplanabilir durumda olmalıdırlar; işte bu yer de meclis olabilir; böylece meclis ve şûrâ fikrine gelinmektedir. Son zamanlarda, İslâm dünyasının çeşitli bölgelerde ulemâ meclisleri ve akademiler kurulmuş, bazı meseleleri hey'et halinde ele alıp hükme ve karara bağlama yoluna girilmiştir; yukarıdaki fikirleri serdeden zâtın rûhu umarız bundan dolayı şad olmaktadır.



28. 1987 Yılında Köprü Dergisi'nin yaptığı bir röportajdır.
29. el-Mebsût, c. X, s. 125 vd.
30. M. Hamîdullah, el-Vesâik, s. 124-126.
31. Age., s. 128, 133 vd.
32. Bakara: 2/256.
33. Bediüzzaman Said-i Nursî, Emirdağ Lahikası, II, s. 89.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: