HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Türkiye'de Dinî Bilginin Kaynak ve Metodu Üzerine*

Giriş:
Tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm gibi "dinî ilimler"in, müşterek ve husûsî metodları ile, zengin kaynakları vardır. Bunların her biri üzerinde yapılmış ve yapılacak etüdler, ciltlere mevzû teşkil edebilir. Bizim, bilhassa "dinî bilgi" ifâdesini kullanarak kaynak ve metodu üzerinde bir deneme yazmak istediğimiz mevzû, -yukarıda işâret ettiğimiz neviden- dinî ilimler değil, müslüman halkımızın kendi iman ve uygulaması için gerekli olan din bilgisidir. İşte bu bilginin cemiyetimizde, çeşitli yaş ve bilgi seviyelerindeki kaynakları ile metodu üzerinde durmak istiyoruz.

I. Kaynaklar
Cemiyetimizde dinî bilginin kaynakları (edinildiği yer ve vasıtalar), yaş ve kesimlere, hattâ nesillere göre farklılıklar arzeder. Meselâ son nesil, yakın zamana kadar, okullarda yeterli din bilgisi alamamıştır. Kezâ şehirliler ile köylerde oturanlar, okumuşlarla halk tabakası arasında da dinî bilginin kaynakları bakımından bazı farklar mevcuttur. İşte bu sebeplerle sözü geçen kaynaklar bakımından karşımızda üç tabaka vardır: Çocuklar, halk ve okumuşlar.
A-Çocuklar:
Çocuklarımız için din bilgisinin -umûmiyetle- iki kaynağı vardır: Çevre ve okul.

1) Çevre:
Burada çevreden maksadımız, çocuğun ilk bilgi, itiyat ve itikadını edindiği âile ocağı, akraba, mahalle gibi okul dışındaki yakın muhittir. Memleketimizde yuva ve yurt tesisleri çok mahdut olduğundan, yakın çevrenin en önemli merkezi aile olmaktadır. Çocuk yedi yaşına kadar aileden başlayarak çevreden edindiği dinî bilgi, itikad ve itiyadların izini bir ömür boyu taşımaktadır.

2) Okul:
6-11 yaşları arasında ilkokul öğrencisi olan çocuk, okula girmekle yeni bir kaynak daha kazanmış olur, fakat onun çevre kaynağı ile de alâkası devam eder. Nasıl başarılı bir öğretimde aile-okul işbirliğine ihtiyaç varsa, aynı şekilde, bunun bir bölümü olan din eğitim ve öğretiminde de bu iki kaynağın sıkı bir işbirliğine zarûret vardır. Çocuk, çevresinden edindiği din bilgisi ile, din sevgi ve saygısı gibi duygularını okulda geliştirmelidir. Bu iki kaynak arasıda bir çelişme ve uçurumun bulunması çocukta, telâfisi güç buhranlar doğurabilir.
Çocuk, din sevgi ve bilgisini ezber veya muhakeme yoluyla değil, tekrar tekrar görerek, hissederek, teşvik ve telkinler ile elde edecektir. Bu sebeple de okul, onun aileden aldığı itikad ve duyguyu yıkmamakla görevli olduğu gibi,78 çevre de tatbikatıyla ona, hurâfe ve bidatlardan uzak, aslına uygun bir itikad ve itiyad göstermek borcundadır. Bu ikinci husûsu ileride -bidat mevzûu ile birlikte- tekrar ele alacağız.

B-Halk:
Halktan maksat; dinî bilgisini, okumaktan çok dinleme ve görme yollarıyla elde eden, okumamış veya az okumuş kimselerdir. Bunlar edindikleri dinî bilgilerin sıhhat ve isabetini kontrol imkânına mâlik bulunmadıklarından, kendilerine öğretilen ve telkin edilen bilgileri çoğu kez olduğu gibi kabullenir ve bunlara bağlanırlar. Bu sebeple bütün yük ve mes'uliyet, bu tabakanın mürşid ve rehberlerine ait olmaktadır. Halbuki halkın büyük bir kısmı köylerimizde yaşamaktadır. Köy din hizmetlileri ise, -pek azı müstesna- onların yollarına ışık tutacak din ve dünya kültüründen mahrum, hüdâî nâbit olarak yetişmiş kimselerdir. Şehirlerimiz bu bakımdan daha zengin sayılabilir; ancak burada da irşâdın şumûlü çok dar, din görevlilerinin muhâtabları oldukça azdır.
Dinî bilgilerini okuma yolundan ziyâde görerek veya işiterek elde eden çocuklar ile halk için, dini yaşayan ve öğreten kimselerin davranışları son derecede önemlidir. Eğer bunlar davranışlarıyla İslâm'ı her türlü katma ve eksiltmelerden, hurâfe ve bidatlardan uzak olarak- temsil edebilirse, yeni nesil ile okumamış kimseler dini, görerek ve duyarak aslına uygun bir şekilde öğrenebilirler. Mevzûu bir örnekle bir parça daha açacak olursak; yeni müslüman olarak İslâm memleketlerinden birine gelmiş bir yabancıyı ele alabiliriz. Bu memlekette müslümanların söz, ibâdet ve muâmeleleri, İslâm'a öylesine uymalıdır ki, sözü geçen mühtedî onları aynen öğrendiği ve yaptığı takdirde, İslâm'ı öğrenmiş ve yapmış olsun. Şu âyet ve hadîsler işte böyle bir İslâmî vasatın gerçekleşmesini hedef edinmişlerdir:
"Biz sizi böylece hak ve adâleti gözetir, ilim ve amel ile tanınır bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı (hakkaniyet) şâhidi (hidâyet rehberi) olsanız ve peygamber size karşı şâhid ola..."79
"Şu işimizde (dinimizde) ondan olmayan birşey uydurup ortaya koyanın (bu işi) merduttur."80
"Sözün en hayırlısı Allah'ın kitabı, yolun en hayırlısı da Muhammed'in yoludur. İşlerin en fenâsı sonradan uydurulanlardır. Her bidat sapıklıktır..."81
Son hadîste geçen "bidat"; dinin aslında olmadığı halde, sonradan icâdedilen dinî inanç ve davranışlardır. Hz. Peygamber (sav) müslümanları bundan şiddetle sakındırmıştır. Çünkü bidatların yayılması sonunda müslümanlar İslâm'ı aslına uygun olarak temsilden uzaklaşacaklar; bu da dinini görerek ve işiterek öğrenen büyük bir kitlenin yanlış yola sevkedilmesi neticesini doğuracaktır.

C-Okumuşlar:
Dinini yalnız işitme ve görme yollarıyla değil de, aynı zamanda okuyarak öğrenen sınıfı da iki gruba ayırmak gerekir: Branşı dinî ilimler olanlar ve diğer okumuşlar.

Birinci Grup:
Branşı dinî ilimlerin tetkik ve tâlimi olan kimselerin bu mevzûdaki bilgi kaynakları çok zengindir; yahut da böyle olması gerekir. Bu mevzûda, "dinî bilginin metodu"nu incelerken birkaç sözümüz olacaktır.

İkinci Grup:
Sahaları dinî ilimler olmamakla beraber okumuş, kültürlü, aydın dediğimiz sınıfa gelince; esefle kaydetmek gerekir ki, memleketimizde bu vasıfla anılan kimselerden pekçoğunun dinî bilgisi, ya halk seviyesindedir veya kulaktan dolma, telkinle edinilmiş peşin hükümlerle ma'lûl bir durumdadır. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'in meâlini, belli başlı hadîsleri muhtevî bir mecmuayı, Hz. Peygamber'in (sav) hayat ve şahsiyetini, İslâm'ın esaslarını güvenilir kaynaklardan okumuş, gereken noktaları mütehassıslarıyla münakaşa etmiş, böylece şuurlu ve sağlam bir din bilgisi ede etmiş aydınımız -ne yazıktır ki- hayli azdır. Bununla beraber, bazan akıl, bazan da ilim bahane edilerek, dinî esasları ya inkâr veya te'vil, yahut da alaya alma şeklinde tezâhür eden davranışlar da en çok bu sınıfta görülmektedir. Metod bahsinde bu davranış da ayrıca ele alınacaktır.
Halk ve okumuşlar için dinî bilginin ve terbiyenin önemli kaynaklarından biri de, -asırlardan beri- tasavvuf ve tarikatlar olmuştu. "Yıkayıcı önünde ölü" misâli mürşide teslîmiyyetin şart olduğu bu yol, irşad ve tekmîle olduğu kadar, istismar, idlâl ve iğfâle de müsaittir. Ca'fer-i Sâdık, Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkadir Cîlânî, Muhammed Gazzâlî, Bahâüddîn-i Nakşibend, Mevlânâ, Akşemseddin, Yûnus, İmâm Rabbânî gibi kâmil ve mükemmel olan mürşidler, İslâm kültür ve irfanını çok zenginleştirmiş büyük kişilerdir. Kendilerinde bu zevat ölçüsünde ilim ve terbiye gücü bulunan mürebbîlerden, millet ve memlekete bereket ve saâdet gelir. Fakat bu yolun sahtekârları, -hemen her asırda- ehlinden çok olmuştur. Bilhassa halkın bu noktaya dikkat etmeleri kaçınılmaz bir zarûrettir. Kemâlin ölçüsü Kitab ve Sünnet, örneği Resûlullah (sav) olmalıdır.
Dinî bilginin kaynakları mevzûunda, özellikle memleketimizdeki manzarayı böylece tesbit ettikten sonra, her sınıf ve grubun, sağlam bir din bilgisi edinebilmesinin çare ve yolları üzerindeki düşüncelerimizi arza geçebiliriz.


II. Dinî Bilginin Metodu
Kaynaklar mevzûunda olduğu gibi metod bahsinde de "çocuklar, halk ve okumuşlar" şeklindeki grup ve seviye taksimini gözönüne almak mecburiyetindeyiz.

A-Çocuklar İçin:
Daha önce söylenenlere burada şu hususları ilâve edebiliriz:
1. Cuma, bayram, kandil gibi dinî gün ve gecelerde, müslümanların evlerinde bir fevkalâdelik olmalı, çocuklara uygun hediyeler alınmalı, onların da ev ve camilerde yapılacak ibâdetlere, zorlanmadan, teşvik ve sevgi ile iştirâkleri temin edilmelidir.
2. Çocuklara hitâbeden, her nev'iden câzip kitaplar hazırlanmalı ve bunların içinde, dozu pedagojik ölçülere göre titizlikle ayarlanmış olarak Allah, peygamber ve din sevgisi temaları işlenmelidir.
3. Okuma dışında, televizyon, sinema, radyo gibi çok kudretli yayın, haberleşme bilgi ve telkin vasıtaları vardır. Diğer din ve ideoloji sâlikleri bu vâsıtalardan daha geniş ölçüde faydalanmaktadırlar.
B-Halk İçin:
Milyonlarca vatandaşın oturmakta olduğu köylerde, halkın din eğitim ve öğretimi imamların elindedir. Bu bakımdan köy imamının, ileri ve müreffeh Türkiye hedefine yönelmiş seferberlikte asla küçümsenemeyecek, önemli rolleri vardır. Ancak, bu rolü başarıyla ifâ edecek nitelik ve sayıda ne kadar imamımız vardır? Kanâatimizce, köy imamı en az yedi yıllık imam-hatip okullarının ikinci devresinden mezun olmalıdır. Bilindiği gibi yedi yıllık imam-hatip okullarında, lise seviyesinde belli başlı kültür dersleri ile meslekî dersler okutulmaktadır.
Eldeki istatistiklere göre 1970 yılına kadar mezkûr okulların ikinci devresinden mezun olup imamlık görevi alan, yalnız 1284 kişidir. Bunların da büyük bir kısmı, vilâyet ve kazalarda görev almıştır. Yetkilerin tesbitine göre bugünkü din görevlisi ihtiyacını imam-hatip okulu mezunlarıyla doldurabilmek için, -bu okulların mezun ve talebe sayısı aynı nisbeti muhafaza ederse82- onbeş yıla ihtiyaç vardır. Türk köylüsünü maddî ve mânevî yönlerden kalkındırmayı hedef edinen şuurlu ve sorumlu kişilerin, bu durumu gözden uzak tutmamaları ve gereken tedbirler üzerine eğilmeleri zarûrîdir.83
Şehir ve kasabalarda oturan halka gelince; buralarda görev yapan din öğreticilerini, başarıları tecrübelerle sâbit olmuş gezici vâız ve âlimlerle tavkiye etmek, ilk akla gelen tedbirdir. Ayrıca Diyânet İşleri Başkanlığı, halk seviyesinde neşriyat üzerinde daha önemli durmalı, ilgili dâire, din görevlilerini irşad mevzûunda daha faydalı hale getirecek tedbirleri almalıdır.
Din görevlileri ve mürşidlerin halkla temaslarını, samimiyet ve sevgi içinde ve en geniş ölçüde gerçekleştirecek yolların en önemlisi karşılıksız hizmetler ve sosyal faaliyetlerdir. Fakirlik, hastalık, pislik, işsizlik, boş zamanların değerlendirilmesi gibi problemlerle meşgul olanların, halkın çeşitli ihtiyaçları ile igilenenlerin başında din hizmetlileri bulunmalıdır.

C-Okumuşlar İçin:
Okumuşları meslekleri itibarıyla iki gruba ayırmıştık: Din âlimi ve görevlileri ile, bunların dışında kalanlar.
1. Din görevlileri içinde resmî veya husûsî tahsille kendilerini gereği gibi yetiştirmiş, bu sebeple de neyi nasıl yapacaklarını bilen, sahalarında faydalı çalışmalar yapmış ve yapan zevat eksik değildir. Bir taraftan bunların çoğalmasını, bunun için de, gerekli tedbirlerin alınmasını ilgililerden temenni ederken84 diğer taraftan çeşitli sebeplerle daha iyi yetişme imkânını elde edememiş din görevlilerine bazı tavsiyelerimiz olacaktır.
a) Din, insanlara mahsus bir müessesedir. Din eğitim ve öğretimi yapan kişinin muhâtabı fert ve cemiyet halinde insandır. Bu sebeple onun, kendini hazırlarken, dinî ilimler yanında, çeşitli yönleriyle insanı ele alıp tanıtan, disiplin ve ilimlere yönelmesi, bilhassa sosyoloji, psikoloji, târih, felsefe ve edebiyattan faydalanması gereklidir.
b) Dinî bir mevzûu incelerken, bir problemi çözerken, muayyen bir grup, şahıs ve kitap girdabına kapılmamalıdır. İmam Mâlik'in bir sözü, bu konuda prensip değerindedir: "Resûlullahınki (sav) müstesnâ herkesin sözü kabûl ve reddedilebilir."85
Mezhep mevzûuna gelince:
Bilindiği üzere hicrî dördüncü asırdan önce müslümanlar muayyen bir mezhebin bütün hükümlerine bağlanıp, yalnız onu tatbik ve taklit etmez, bütün İslâm âlim ve müctehidlerinin ilimlerinden istifade etmeyi tabîi sayarlardı.86 Dördüncü asırdan itibaren müesseseleşerek birbirinden ayrılan, zamanla mensupları arasına yakınlık ve uzaklıklar giren mezheplerin faydalı tarafları olmakla beraber87 mezhep taassubunun da zararları vardır.88 İlim yolcusu, bütün Ehl-i Sünnet imam ve müçtehidlerini, bir ilim ailesinin ferdleri telâkki edecek ve gerektiğinde bunların hepsinden faydalanacaktır. Bâtıl ve sapık mezhep sâliki âlimlerin eserlerine gelince; muayyen bir ilmî seviyeden sonra onların da eserlerinden faydalanmak; hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak bizzat görüp öğrenmek şâyân-ı tavsiyedir. Meselâ büyük müfessir Zemahşerî (v. 538/1143) itikaden Mu'tezilîdir diye, el-Keşşâf isimli tefsîri ele alınmazsa, isabetli bir yol tutulmuş olmaz. Kezâ Ebû'l-Huseyn Basrî (v. 436/ 1044) aynı mezhebe sâliktir diye, el-Mu'temed isimli çok önemli usûl-i fıkh kitâbının mütalâası terkedilmemelidir.
c) Dinî hüküm ve bilgiler, imkân bulunduğu nisbette, Selef'in kitaplarıyla aynı yolu takibeden âlimlerin eserlerinden alınmalı ve hükümler delilleriyle beraber öğrenilmelidir. Bu ikinci noktayı İmam Ebû Hanîfe şöyle ifade etmiştir: "Nereden söylediğimizi (hükmümüzün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden, bizim reyimizle fetvâ vermek hiç bir kimse için helâl değildir."89
Okunmasını tavsiye ettiğimiz eserleriyle asırlara ışık tutan İslâm âlimlerinden bâzılarını şöylece sıralayabiliriz. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (v. 150/767), İmâm Mâlik (v. 179/795), İmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî (v. 204/819), İmam Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), İmam Muhammed (v. 189/805), İmam Ebû Yusuf (v. 182/798), İbn Cerîr et-Taberî (v. 310/922), Ebû Ca'fer Tahâvî (v. 321/933), el-Müzenî (v. 264/877), İmam Ebû Mansûr Mâturîdî (v. 333/944), İmam Ebû'l-Hasen el-Eş'arî (v. 324/936), Ebû Bekr el-Cessâs (v. 370/980), İmam Gazzâlî (v. 505/1111), Ebû'l-Ferec İbn Cevzî (v. 597/1200) Alî b. Muhammed el-Mâverdî (v. 450/1058), Yûsuf b. Abdilberr (v. 463/1081), Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (v. 500/1106), Ebû Bekr b. Arabî (v. 543/1148), Alî b. Ebî Bekr Mergînâni (v. 593/1197), İbn Rüşd Hafîd (v. 595/1119), Abdulâziz b. Abdisselâm (v. 660/1262), Şihâbüddîn Karâfî (v. 864/1285), İbn Teymiyye (v. 728/1327), İbn Kayyim el-Cevziyye (v. 751/ 1350), Ebû İshâk eş-Şâtıbî (v. 790/1388), İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1447), İbnu'l-Hümâm Muhammed b. Abdilvâhid (v. 861/1457), Suyûtî (v. 911/1505), Ebussuûd (v. 982/1574), Ahmed b. Abdirrâhîm Şâh Veliyullah Dıhlevî (v. 1176/1762), Muhammed b. Alî eş-Şevkânî (v. 1250/1832), Abdulhayy el-Lüknevî (v. 1304/1886), Sıddîk Hasan Hân (v. 1308/1890), M. Reşid Rızâ (v. 1354/1935)...
Bu listeyi daha da kabartmak mümkündür. Bir de önemli kitaplar listesi vermemiz müsâmaha ile karşılanırsa, şunları sıralamak isteriz:
• Kütübü's-Sitte
• İbn Hacer, Fethu'l-Bârî
• Aynî, Umdetü'l-kârî (Buhârî şerhleri)
• İbnu'l-Arabî, Ârıdatü'l-ahvezî (Tirmizî şerhi)
• Mâlik: Muvatta' ve el-bâcî şerhi (el-Müntekâ)
• Şevkânî: Neylu'l-evtâr
• Taberî, İbn Kesîr, Nesefî ve Şevkânî'nin tefsirleri,
• İmam Şâfiî: Risâle, el-Umm
• Tahâvî: Şerhu'l-Maâni'l-âsâr, el-Akîde
• Serahsî: el-Mebsût
• İbn Kudâme: el-Muğnî
• İbnu'l-Hümân: Fethu'l-Kadîr (Hidâye şerhi), et-Tahrîr.
• İbn Teymiyye: el-Kâidetü'n-nûraniyyetu'l-fıkhiyye, el-Fetâvâ, Raf'u'l-melâm90
• İbn Kayyim: İ'lâmu'l-muvakkîn, Za'du'l-meâd
• Şâtıbî: el-Muvâfakât, el-İ'tisâm
• Sadru'ş-Şeria: et-Tevdîh
• Gazzâlî: el-Müstesfâ, İhyâu ulûmi'd-dîn, el-Munkizu mine'd-dalâl, Faysalu't-tefrika, Tehâfütu'l-felâsife, Mizânu'l-amel.
• Şevkânî: İrşâdu'l-fühûl
• Beyâdî: İşârâtü'l-merâm
• Şâh Veliyyullah: Hüccetullâhi'l-bâliğa, İkdu'l-cîd, el-İnsâf
• İbn Haldûn: Mukaddime, Şifâu's-sâil...91
d) Dinî irşâd ve terbiyede Hz. Peygamber'in (sav) usûlünü devamlı gözönünde bulundurmalı, merhamet ve sevgi, din muallim ve mürebbîsinin iki temel vasfı olmalı ve meâlini sunacağımız âyet ile hadîs, irşâd metodunun hâkim rengini teşkil etmelidir:
"Rabbinin yoluna hikmetle (doğru ve faydalı sözle), güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde münakaşada bulun..."92
"İnsanları (İslâm'a) dâvet ediniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız."93

2. Sahası dinî ilimler olmayan okumuş kişilere gelince: Bunların okullarda aldığı din bilgisi zayıf ve yetersizdir. İlkokuldan itibaren, din eğitim ve öğretiminin, psikolojik ve pedagojik icaplarına uygun biçim ve keyfiyyette yeniden ele alınması gereklidir.
Okumuşlarımızın okul dışındaki dinî bilgi kaynakları, bir yandan -halkta olduğu gibi- din görevlileridir, diğer yandan da daha çok kendilerine has olmak üzere bizzat okuyup anlamaktır. Dolayısıyla dinî kitaplar ve bunları okuyup anlama san'atı mevzûuna gelmiş bulunuyoruz.

a) Dinî Kitaplar: Bilhassa son yıllarda yurdumuzda hızlı bir dinî neşriyat hareketine şâhid oluyoruz. Son on yıl içinde, yakın geçmişle kâbil-i kıyas olmayacak derecede kesif bir terceme ve telif faaliyeti olmuştur. Ancak hemen kaydedelim ki, bu hareket tam mânâsıyla bir başıboşluk içinde akıp gitmektedir. Neşredilen dinî kitapları, hem şekil, hem de muhteva bakımlarından kontrol edecek, neşriyatı güdüm altına alacak bir müessese, hem hayâlî, hem de faydası münakaşa götürür olmakla beraber, şimdi teklif edeceğimiz bir tedbirle okuyucuya tesir etmek ve dolayısıyla da neşriyatı kontrol altına almak mümkün olacaktır:
Yüksek din tahsili veren müesseselerden de faydalanarak Diyânet İşleri Başkanlığı'nın teşkil edeceği bir komisyon, intişar eden bütün dinî kitapları, hem şekil (cilt, baskı, kâğıt), hem de muhteva bakımından inceler, her kitap hakkındaki görüş ve kararlarını aylık bültenler halinde neşreder; sonra bunlar tertiplenerek muntazam yıllıklar haline getirilir. Okuyucu, herhangi bir kitabın mahiyet ve kalitesi hakkında bilgi edinmek isteyince, bu bülten ve yıllıklara bakar; tarafsız ve selâhiyetli bir komisyonun görüş ve değer hükmüne güvenmek tabiî olacağından, iyi ve faydalı kitaplar revaç bulur, bu vasfı taşımayanlar ise nâşirin deposunda kalır.
Böyle bir müessese vücut buluncaya kadar; dinini bizzat inceleyerek öğrenmek, kulaktan dolma bilgilerini ilmin imtihanından geçirmek isteyen kimselere şu hususlar tavsiye edilebilir:
1. Okumaya alfabeden başlandığı ve her ilmin bir alfabesi, giriş veya el kitabı bulunduğu mâlûmdur. İslâm dinini öğrenmek isteyen aydın kişi ise, -çoğu tarafsız olmayan- yabancı yazarların bu mevzûudaki kitaplarını okuyarak başlarsa, kanaatimize göre hatalı bir yol takip etmiş olur. Eskilerin "ilmihâl" dedikleri, İslâm'ın iman, amel ve ahlâk esaslarını topluca anlatan, ehliyetli bir kalemin eserinden işe başlamak şâyân-ı tavsiyedir. Prof. M. Hamîdullah'ın, İslâm'a Giriş isimli eseri iyi bir başlangıç olabilir. İkinci adımda Hz. Peygamber'in (sav) hayatı, sonra mûteber bir hadîs mecmuasının tercemesi, ve sonra Kur'ân-ı Kerîm'in meâline ve tefsirine geçilebilir.94 Bu noktadan sonra, yabancı yazarların, İslâm'a ait kitapları ile müslüman âlimlerin bunlara cevap teşkil eden eserleri ve dinler tarihine ait incelemelere intikal edilebilir.

b) Anlama San'atı: Okunanı doğru anlamak, sağlam neticelere varabilmek ve anlayış hatalarından kaçınabilmek için, şöyle bir yol takip edilebilir:
(1) Müphem, şüpheli veya tutarsız gibi görünen noktalar, ehliyet ve otoritesiyle tanınmış din bilginleri ile müzakere ve münakaşa edilebilir.
(2) İslâm bir bütün, bir manzûmedir. Onun herhangi bir kaide, emir veya müessesesi tek başına ele alınır, bağlı bulunduğu sistem içinde mütalâa edilmezse, aksaklık görülebilir ve anlaşılması güçleşir.
(3) Dinî gerçeği araştırırken, hangi bilgi vasıtasına dayanılacağı mevzûu önemlidir. Akıl-nakil münakaşalarının târihi çok eskidir. Farklı görüş ve münakaşalar üzerine mezhepler teşekkül etmiş, kütüphaneler dolusu eserler yazılmıştır. Problem; akıl, nakil ve ilham vasıtalarından hangisine öncelik verileceği, bunlardan birine öncelik verilince, diğerinin durumunun ne olacağıdır.
Yazımızın bu son bölümünde, önce bu mevzûun kısa bir târihçesini yapacak, sonra akıl, müsbet ilim ve İslâm'ın hududu mevzûuna temas ederek sonuca varacağız.

Akıl-Nakil Münâkaşası:
Emevîler devrinde Hâlid b. Yezid (v. 85/704) zamanında başlayarak Abbâsîlerden Mansûr (754/775) ve Me'mûn (813/833) devrinde hızlanan Yunan ve Hind felsefesinin Süryânice ve Arapça'ya tercemesi95 hareketine kadar İslâmî muhitte akıl-nakil münakaşası olmamış sayılır. Adı geçen felsefeler, tercüme yoluyla İslâm muhîtine yayılınca, din ile felsefenin ortak bahislerinde zıt hüküm ve fikirler ortaya çıkmış oldu. Felsefenin başlıca kaynağı akıl, dininki ise nakil (vahye müstenid nasslar) olduğu için, dolayısıyla bu iki kaynak karşılaşmış ve çelişmiş gibi görünüyordu.
Mevzûun münakaşasına giren taraflardan bir grup nakle sarılarak, "nassların ifade ettiği açık mânâ ne ise o aynen kabûl edilir, aklın hükmü buna tâbîdir, naslar, filozofların görüşlerine veya akla aykırıdır diye te'vil edilmez" reyini müdafaa ettiler, Bunlar Ahmed b. Hanbel grubudur.
Yunan ve Hind felsefesiyle İslâm'a aykırı diğer cereyanlara karşı İslâm imânını müdafaa eden kelâmcılar, muayyen sınırları içinde akıl ve nakli (havâss-i selîme, haber-i sâdık ve akıl) beraberce kullanarak hükme varmayı tercih ettiler; Maturîdîler, Eş'arîler ve te'vil mevzûunda daha ileri giden Mu'tezile de bu grup içinde yer alır. Hattâ, nassların zâhirî mânâsını inkâr etmemekle beraber, bunlara aykırı olmayan derûnî mânalar arayan ve bunları da zâhirî mâna ile değerlendiren Sofiyeyi de bu grupta anabiliriz.96
Fârâbî, İbn Sîna, İbn Rüşd gibi müslüman filozoflar grubuna gelince; bunlar aklı, daha doğrusu Yunan filozoflarının fikirlerini ön plana almış, peygamberlik, vahiy, felek, levh-u kalem, arş, kürsî, tesbîh, kazâ ve kadere ait nassları başka mânâlar vererek tevil etmiş, âhirete ait azab ve zevkleri mânevî ve rûhî diye anlamışlardır. Cismânî haşri inkâr etmişlerdir. Hattâ bunlardan Fârâbî: gerçeği peygamberlerin değil, filozofların bileceğini iddiâ etmiş97, İbn Rüşd ile İbn Sinâ ise gerçeği peygamberlerin de bildiğini, ancak halkın seviyesi müsâit olmadığı için misal ve sembollerle ifade ettiklerini ileri sürmüşlerdir.98

Çözüm:
Tarafların, bazı örneklerini vermeye çalıştığımız görüş ve münakaşaları, tâbîleri tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir. Bugün müslümanlar arasında her üç grubun da temsilcileri vardır. Dinin, ilmin ve akl-ı selîmin icabı olan mûtedil görüşün tespit edilebilmesi için şu noktaların gözönünde tutulması gerekir:
1. Dinî nasslar ile çoğu defa zâhîrî (dış, kelime ve cümlelerle ilk bakışta anaşılan) mânâ kastedilmiş olmakla beraber, bâzı nassların müteşâbih olduğu, bâzılarının da mecaz veya misâl99 şeklinde ifade edildiği şüphesiz olarak sâbittir.100 Bu kabil nassların usûlüne uygun olarak te'vili zarûrîdir.
a) Yapılan te'vile lisan (Arapça) müsait olmalıdır.
b) Kitab ve Sünnetin mânâsını, yine Kitab, Sünnet ve İcma'nın delâleti olmadan bâtınî mânâya nakletmek câiz değildir.101
2. Âyet ve hadîsler ya akıl ve ilim ile veya ilhâm ile karşılaştığı iddiasıyla te'vil edilmektedir. Halbuki İslâm'ın ve buna bağlı bulunan marifetin, kişinin tasavvuftaki derecesine göre devamlı değiştiği sofîler tarafından ifade edilmiş, bu yüzden de İslâm akâidi ilhâmı, sübjektif ve ferdî bir bilgi kaynağı olarak kabûl eylemiştir.
Sağlam duyu organlarına, akıl ve ilme gelince; İslâm, mevsuk haber (nakil) yanında "havass-i selîme" ve "aklı" da birer bilgi kaynağı olarak kabûl etmiş olmakla beraber, bunların sınırlarını tesbit etmiş ve bu sınırlar dışında vahye (nakle) tâbî olunmasını istemiştir.
"Sana rûhu sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak pek az verilmiştir."102
"Onda gaybın ilmi var da (onu) görüyor mu?"103
Kur'ân-ı Kerîm'de 49 âyette kullanılan "gayb" kelimesi, insanların kendi bilgi vâsıtalarıyla elde edemeyecekleri gerçekleri ifade etmektedir.
Diğer taraftan akıl ve ilmin baş döndürücü zaferlerine rağmen bunların belli bir sınır içinde geçerli olduğu, bunların dışında kesin bilgi veremeyeceği; akıl ve ilme müstenid nazariyelerin değişeceği, bu sahaların muâsır otoriteleri tarafından da kabul ve ifade edilmiştir.
"Bilhassa ruhsal hayatımızla pek derin bir sûrette ilgisi olan birçok meseleler vardır ki, anlayabildiğimize göre insan aklının kudreti şimdiki tertibinden başka bir tertip kazanmadıkça, o akıl için bu meselelerin halli mümkün olmayacaktır. Evrende bir plân birliği, veyahut amaç var mıdır, yoksa atomların tesadüfen birleşmelerinden mi ibârettir? Acaba şuur, bilgeliğin (sagesse) sınırsız bir gelişme ümidini veren bir sonsuz evren parçası mıdır, yoksa sonunda üzerinde hayatın mümkün olamayacağı bir gezegende geçici bir ilinek midir? İyilik ve fenalık (hayır ve şer) evren için önemli midir, yoksa yalnız insanlar için mi önemlidir? İşte felsefe tarafından böyle sorular sorulmuş ve başka başka filozoflar tarafından başka başka cevaplar verilmiştir. Fakat başka sûretle de cevaplar bulmak mümkün olsun olmasın, şimdiye kadar felsefe tarafından verilen cevapların hiçbiri isbatı kabil olacak sûrette, doğru gibi gözükmüyor."104
"Demek ki insan Rönesans'tan beri beş duyunun hudutları içine hapsedilmiştir. Bugün inkâr edilmesi imkânsız birçok telepati vakalarını biliyoruz. Telepatinin ve mâzi ile istikbâli görme kabiliyetinin mahiyeti bugün de Aristo devrinde olduğu gibi meçhûldur; fakat biliyoruz ki, bir fenomenin realitesini sırf o fenomenin müşâhedesi güçtür ve izahı imkânsızdır diye inkâr edemeyiz."105
"Bir elma çekirdeğini ele alalım; ne kadar eksiksiz yürütülmüş olursa olsun, aceleden ve ön yargıdan ne kadar dikkatle arınmış bulunursa bulunsun, hiçbir uslamlama bu çekirdekten çıkacak olan ağacın şeklini veya vereceği meyvanın tadını önceden kestirmemize imkân veremez. Bilinmeyen bir mikrobun aşılanacağı bir hastada yaratacağı tepkileri, hastalıkları önceden tanımlamamıza hiçbir teori, tasım (sillojizm) yardımcı olamaz. Bu gibi soruların aklımıza değil, doğaya, eşya dünyasına sorulması gerekir. İkiyüz yıldan beri insanların dış dünya üzerinde bu derece olağanüstü bir egemenlik kurma olanağını sağlayan metod, mantık, gözlem ve deneyimin bir karışımıdır. Uslamlama bu metodun dışında bırakılmış değildir ama, sonuçları her zaman gerçekle karşılaştırılır ve gerçeklere uyuyorsa kabûl edilir..."
"...Gözlemlerin toplam sonucu olan bilim, hiçibir şekilde evrenin açıklaması değildir; sadece Valery'nin deyimiyle: 'Başarı sağlamış bir yöntemler bütününden ibarettir', Bu yöntemler hiç başarı da sağlamayabilirdi. Eğer şu anda elimden şu kitabı bırakırsam ve yere düşecek yerde tavana doğru yükselirse çok şaşardım, ama bu, bilimi altüst etmezdi. Olsa olsa, bu fenomeni de içine alan daha karışık bir yasa aramaya koyulurdum."106
"Şu halde, ilmin metodunu gayet kısa bir şekilde şöyle ifade edebiliriz: İlim adamları, teknik icatlarla geliştirilen insan hassasiyetine elverişli müşâhedenin hududu içinde, nazarî modellerden zarûrî olarak çıkan istidlâllere dayanarak tahminlerde bulunmaktadırlar. Eğer bu tahminler doğru çıkmazsa, o zaman tasavvurlar veya bu tasavvurların dayandığı modeller yeniden düzenlenir; çünkü yapılmış olan istidlâli yalanlamaya imkân olmadığı gibi, tahminleri doğru çıkarmayan mesajları tekzip etmek de pek mümkün değildir. Işık hızı üzerindeki Michelson-Morley tecrübesi bu hâdiseye klasik bir misâl teşkil edebilir. Zaman ve mekân hakındaki eski Newtoncu telâkkiye göre, dünyanın mekân içinde bir hıza sahip olacağı neticesine (istidlâl) yol açıyordu. Tecrübeler hadisenin böyle olmadığını gösterdi ve fizikçiler zaman ve mekâna ait ilmî telakkileri izafiyet teorisine yol açacak şekilde kökten değiştirmek zorunda kaldılar."
"Meselâ onyedinci ve onsekizinci asırlar Kopernik ve Newton'a ait kâinat telâkkilerinin zaferine şâhit olmuştur. Bu iki görüş de, hem dünyanın düz olup, güneş ve diğer gök cisimlerinin semanın damında dolaştıklarına dair basit halk telakkisine, hem de Batlamyus'un dünyayı merkez ittihaz eden daha derin, fakat yine de kifayetsiz 'ilmî' telâkkisine karşı çıkmıştır."
"Târihin seyri içinde ilim de pekçok yanlış telâkkiler yaratmıştır ve ilim adı taşıyan birçok görüşlerde, bilhassa sosyal ilimlerde, avâmî bilgiden gayet kuvvetli unsurlar vardır."
"...Aynı şekilde bâzı protestan mezheplerinde görüldüğü üzere iman yoluyla bir insanın haklı çıkması veya teheyyücî, derûnî yaşayış yoluyla cezalanması gibi inançlar da tarifleri icâbı amelî mânâda tahkik edilemeyecek şeylerdir. Bir inanç sisteminin tahkike elverişli olmayışı onun ehemmiyetsiz olduğunu göstermez. İnsanı son derece ilgilendirmesi bakımından önemli olan pek çok meseleler vardır ki bunlar normal vasıtalarla, hatta belki hiçbir şekilde tahkik edilemez."107

Netice:
Bütün bunlardan sonra "anlama sanatı" mevzûunda şu neticeleri tesbit edebiliriz:
Mevsuk bir nakil ile, kesin bilgi arasında çelişme olmaz? Böyle bir görünüş varsa, ya nakil mevsuk değil, ya zâhirî mânâ maksud değil veya nakle muhâlif bilgi kesin değildir. İnkâr veya tevil yoluna sapmadan önce, bu noktaların incelenip tesbit edilmesi gerekir. Sakat bir tetkik veya anlayış metodu yüzünden, Allah'ın kâinatta hakim ve değişmez kanunları "Sünnetullah"ın108 ifadesi olan kesin ilim ile yine O'nun kelâmı arasında çelişme görmek ağır bir hata olur.
En iptidâisinden en medenîsine kadar hiçbir kabile, kavim ve millet dinsiz olmamıştır. Din, bir milleti meydana getiren unsurların -hiç değilse zaman zaman- en kuvvetlisi olmuştur. Yüzyıllar boyunca kendisine lâyık dini arayan Türk milleti, İslâm'a girince, uygun seciyye ile İslâm imanının birleşmesinden muazzam Türk-İslâm medeniyeti doğmuştur. Dün millî duygu ve hasletlerimizi de besleyerek büyük ve ileri bir millet olmamızı -engellemek şöyle dursun- destekleyen dinimiz, bugün de aynı rolü ifâ edebilir. Bunun ilk şartı, İslâm'ı aslına ve ruhuna uygun olarak temsil etmek; öğrenmek, yaşamak ve değişik kültür seviyelerine uygun metodlarla müslümanlara öğretmektir.



* YAYINCININ NOTU: Bu yazıda bahsi geçen, İmam-Hatipler, Kur'ân kursları vs. eğitim yerleriyle ilgili olarak 1998 yılından bu yana ciddî değişiklikler yapılmış ve maalesef halkımız bu konuda mağdur edilmiştir. Hayreddin Karaman hocamızın bu yazısı ise, yazıldığı dönem itibarıyla şu an için güncelliğini yitirmiş bazı bilgi ve gelişmeleri ihtiva etmektedir. Bu yüzden okuyucuların, yazının yazılış tarihini gözönünde bulundurmaları gerekmektedir. Temennimiz, bu eğitim yuvalarının bir an önce eski canlılığına kavuşmalarıdır.
78. "Çocuğun aileden aldığı dinî duygulara, itikadlara ve yapmaya alıştığı ibâdetlere, terbiyecinin ve öğretmenin karışmaya hakları yoktur. Başka insanların dinî hislerini ve itikadlarını, biz onlara inanmasak dahi, muhterem tutmak lâzım gelir. Çocuklar hakkında da bu kaide esastır. Hele çocuğun veya ailesinin bağlı olduğu itikadları yahut yaptığı ibadetleri tenkide kalkışmak pek ağır bir hata olur." İ. Alâattin Gövsa, Çocuk Psikolojisi, İst. 1940, s. 2. 268.
79. Bakara: 2/143.
80. Buhârî, Kitâbu's-Sulh, bâb: 5.
81. Müslim, Kitâbu'l-Cumu'a, bâb: 13.
82. Bilindiği gibi Millî Eğitim Bakanlığı yeni aldığı bir kararla 1971-1972 ders yılından itibaren imam-hatip okullarının birinci devresini (orta kısmını) tedricen kaldırmaktadır. Bu karara göre bu yıl mezkûr okulların birinci sınıfı, gelecek yıl ikinci sınıfı... dört yıl sonra da orta kısmı kapanmış olacağından henüz lisesi açılmamış olan 32 imam-hatip okulu dört yıl sonra tamamen kapanacak ve geriye 40 okul kalacaktır. Okullarla beraber talebe ve mezun sayısı da azalacağı için, yukarıda arzedilen ihtiyacın tatmini çeyrek asırda bile mümkün olmayacaktır.
83. Bu temennimiz, birkaç yıl sonra gerçekleşmiş, mezkûr okulların orta kısımları başka bir formül ile yeniden kurulmuş ve bugün sayıları 350'ye yaklaşmıştır. 28 Şubat'tan sonra orta kısım tamamen yok olmuş, liselerinden mezun olanların da yüksek öğrenim hakları baltalanmıştır.
84. İlâhiyat fakültesine imam-hatip okulu mezunlarının da alınması, programının ıslâhı, Yüksek İslâm Enstitülerinin akademi haline getirilmesi ve ihtisaslaşmaya imkân verilmesi, bu tedbirlerin başında yer alır kanaatindeyim. (Bu temennilerin de çoğu bugün gerçekleşmiş bulunmaktadır.)
85. Şâh Veliyyullah, Ikdu'l-cîd, s. 49; Tercemesi için bkz. Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, İst. 1971, s. 172.
86. Ebû Talib el-Mekkî, Kûtü'l-kulûb, Kahire, 1961, c. I, s. 324. (Kitabın Türkçe neşri için bkz. Kûtu'l-Kulûb / Kalplerin Azığı, Tahkik ve Tercüme: Muharrem Tan, 4 cilt, İz Yayıncılık 1999); Şâh Veliyyullah Dıhlevî, Hüccetullahi'l-bâliğa, Mısır, 1966, c. I, s. 320 vd.; Hayreddin Karaman, age., s. 10 vd.
87. Şâh Veliyullah, Ikdu'l-cîd, s. 144.
88. Hayreddin Karaman, age., s. 16-20. Bu konu için ayrıca bkz. Seyyid Sâbık, Fıkhu's-sünne, Kahire, 1389, c. I, s. 14; Yâkût, Mu'cemu'l-büldân, Mısır, 1323, c. I, s. 273; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, Mısır, 1315-1358, c. XI, s. 146; Şevkânî, Bedru't-tâli', Kahire, 1348, c. I, s. 65, 334; c. II, s. 91, 134 vd., Ebû Şâme, Kitâbu muhtasari'l-muemmel, Mısır, 1328, s. 26, 36.
89. Sâlih b. Muhammed el-Fullânî, İkâzu'l-himem, Hind, 1928 s. 72.
90. İbn Teymiyye'nin bu eseri, Şâh Veliyyullah'ın Ikdu'l-cîd isimli eseri daha başka iki risale ile birlikte tarafımızdan tercüme edilmiş ve İslâm Hukukunda Mezhebler adıyla neşredilmiştir (İst. 1971) Daha sonra yapılan baskıda kitaba Dört Risâle adı verilmişti. Kitabın yeni neşri için bkz. İz Yayıncılık, 2000).
91. Matbûu bulunan ve zarûrî olanları kaydettik. Şüphesiz İslâmî ilimlere ait değerli eserleri sıralamak böyle küçük bir listeye değil, ciltlere mevzû teşkil edebilir.
92. Nahl: 17/125.
93. Müslim, Kitâbu'l-Eşribe, bâb: 7.
94. Hz. Peygamber'in(sav) hayatı ve şahsiyeti için Diyânet İşleri Başkanlığı'nın yayımladığı Hâtemü'l-enbiyâ isimli kitabı, Prof. M. Hamîdullah'ın İslâm Peygamberi'ni; hadîs ve meâl için yine Başkanlığın yayımladığı Riyâzu's-sâlihîn ile Kur'ân-ı Kerîm Meâli'ni, tefsir olarak da Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Seyyid Kutub'un tefsirlerini tavsiye edebiliriz.
95. H. Ziyâ Ülken, İslâm Felsefesi Tarihi, İst. 1957, s. 9 vd.
96. Hasen b. Muhammed en-Nisâbûrî'nin (v. 730/1330) Garâibu'l-Kur'ân isimli tefsîri ile Mahmud Âlûsi'nin (v. 1270/1854), Ruhu'l-mânî'si bu çeşit tevîlin örneklerini muhtevîdir.
97. Fârâbî, el-Medînetü'l-fâdıla; Kıvâmuddin Buslan, Uzlukoğlu, Fârâbî'nin Eserlerinden Seçme Parçalar, İst. 1935, s. 21.
98. İbn Rüşd, el-Keşfu an menâhici'l-edille fî akâidi'l-mille, Mısır, 1931, s. 9, 16, 21, 123; Umumî olarak bu mevzû için bkz. Gazzâlî, İhyâ, Mısır 1939, c. I, s. 105; Kanûnu't-tefrika, Mısır, 1902, s 42, 46; İbn Teymiyye, Nakzu'l-mantık, Kahire, 1951, s. 56, 131 vd., İzmirli İsmâil Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm Dersleri, c. I, s. 140.
99. Âli İmrân: 3/7; Kur'ân-ı Kerîm'de "mesel" kelimesi (69), "mesel" kelimesi de (19) kere kullanılmıştır.
100. İhtilâfu'l-hadîs. el-Umm'un kenarında, Mısır, (1321), c. VII, s. 27. Geniş bilgi için bkz. Gazzâlî, İhyâ, c. I, s. 106.
101. İhtilâfu'l-hadîs. el-Umm'un kenarında, Mısır, (1321), c. VII, s. 27. Geniş bilgi için bkz. Gazzâlî, age., c. I, s. 43, 106 vd.; İbn Teymiyye, Nakzu'l-mantık, s. 56, 131.
102. İsrâ: 17/85.
103. Necm: 53/35.
104. B. Russel, Felsefe Meseleleri, Çev. A. Adnan Adıvar, İst. 1963, s. 213.
105. Dr. A. Carrel, İnsanlar Uyanın, Çev. Leylâ Yazıoğlu, İst. 1959, s. 105.
106. A. Maurois, Yaşama Sanatı, Çev. Nihal Önol, İst. 1968, s. 20, 22, 23.
107. K. Boulding, Yirminci Asrın Mânâsı, Çev. Erol Güngör, İst. 1969, s. 45, 47, 54, 69.
108. Ahzâb, 33/43; 43; Feth: 48/23.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: