HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


1. TEBLİĞ
Umumî olarak hukuk-İslâm hukuku ve İslâm aile hukuku

Giriş

UMUMÎ OLARAK HUKUK
1. İbtidâî insan topluluklarında kanunlar önce örfü-âdet şeklinde ve zaman içinde gelişerek doğar. Sonra milletin hayatı, anlayışı ve kültürü yükselip bünyesinde hakim bir otorite vücut bulunca, mezkûr âdetlerin kanunlaştırılması; toplumun iş, muâmele ve ilişkilerini düzenleyen âmir hükümler haline getirilmesi hareketi başlar. Artık bu kanunlar mezkûr âdetlerin yerini alır, onları uygulamadan düşürür; uygun görmediklerini kaldırır, uygun gördüklerini bırakır ve artık -başka şeylere değil- kanunların lâfız ve ruhuyla kanun koyucunun maksadına bakılır.
Sonra kanun vaz'ı ve hukuk ilmi daha da ilerleyerek hukukî prensipler ve umumî kaideler koyar, ve örfü-âdet sahasına, kanun koyucunun detaylarına inmesinde güçlük bulunan karşılıklı, cüz'î borç ve hak münasebetlerini düzenleme fonksiyonu bırakılır.
Böylece kanun vaz'ı tekniği ilerleyip umumî normlar koyma seviyesine gelince örfü-âdet hukukunun itibarı yeniden avdet eder; fakat o artık bizzat kanun olduğu sahada değildir, kanuna yardımcılık vazifesini ifa etmektedir.
2. Hukukî gelişmenin en önemli merhalesi, "akitler" diye isimlendirilen hukukî iradelerin kaideleştiği, tanzim edildiği, neticelerine saygı gösterildiği; umumî nizama, ahlâka ve kanun koyucunun temel maksadına aykırı olmayan her hususta şart koşma ve mukavele yapma serbestliği bahşedildiği merhaledir. Yüksek bir hukukî geleneğe sahip milletlerde, kanunların yanında bir de hukuk âlimlerinin doktrinleri ile hakimlerin kanunu anlama ve tatbik etmelerinde, kanun vâzıının hükme temel kıldığı illetler (gerekçeler) ve lâfzın delâletlerini göz önüne alarak icra ettikleri, kanun lâfızlarının dar sınırını alabildiğine genişleten kıyaslarında kendini gösteren içtihadları vardır.
3. Umûmî olarak herhangi bir milletin hukuku, realite halindeki bir içtimâî hayatın aynasından başka birşey değildir. Onun hedefi de adaleti yaşatmak, hak ve borçlarda dengeyi kurmak, kanun mahiyetinde kaidelerle insanların ferdî haklarını ve cemiyetini umumî menfaatlerini muhafaza emektir. Bu kaideler, muayyen bir yerin örf-ü âdetine bağlı hususî durumları ifade ediyorsa ebedîlikten uzak ve geçici olurlar. "Zararı önlemek, zararı tazmin ettirmek, akdin hükmünün akdi yapan şahısları aşmaması ve başkalarının haklarına tesir etmemesi" gibi herkesin kabul ettiği sabit ve evrensel hususları ifade ediyorsa ebedîlik kazanırlar.
Daima hukuk da edebiyat gibi, ait olduğu milletin içtimâî ve iktisadî durumunu aksettirebilen, bu sahada ulaşabildikleri anlayış ve gelişme seviyesini ifade eden bir gölge, bir resim mesabesindedir. Bir hukukun ilerilik, yükseklik ve prensiplerinin ebedîliğe layık olma derecesi, ihtiva ettiği küllî ve dünya çapında itibara mazhar hukukî mefhumlar taşıyan kaidelerinin miktarı ve milleti devamlı bir gelişme ve iyileşmeye yöneltme kabiliyetiyle ölçülür.
4. Milletlerin hukuk sistemleri arasındaki farklar, içtimâî ve iktisâdî hayat, bu hayatın yöneldiği hedefler, ilhamını milletlerin inançlarından alan idealler arasındaki farkların bir başka ifadesinden ibarettir. Millet fikrî gelişmenin zirvesine ulaşınca hukukî kaideleri de olgunluk ve kuvvetin son basamağına ulaşıyor, ebedîlik kazanıyor. Meselâ Romalılar dünya ile alâkasız, kendilerine has âdetlere bağlı hayatlarını yaşarlarken kanunları da âdetlerinden ibaretti, sonra da sınırlı bir hayatın geçici nizamı idi. Fakat onlar asıl vatanlarından çıkıp doğuya doğru ilerleyerek diğer milletlere hükmetmeye başlayınca hukuk nizamlarının dar çerçevesini aşmaya mecbur oldular; bundan sonra Roma hukuku gelişti, genişledi, fakat yine de ebedîyyet vasfından uzak ve geçici idi; çünkü iki nevi hukukları vardı: Birincisinden asıl Romalılar istifade ediyordu, ikincisi ise yabancılar içindi. Bu durumda Romalıların, üçüncü milâdî asırdan sonra, fikrî ve medenî sahadaki yüksek seviyelerine ulaşmaları, eski din, medeniyet ve hukuk nizamlarının beşiği olan Orta Şark'a da bir ayaklarıyla yerleşmeleri, Hz. İsa (a.s.)'ın bıraktığı umumî ve insanî prensiplerin terbiye süzgecinden geçmelerine kadar devam etti. Bütün bunlardan ve üçüncü asırdan sonra hukuklarını yeni baştan ele alıp tedvin etmek suretiyle hukukî düşünceleri de medenî ve fikrî bakımdan yüksek bir seviyeye ulaşmış ve o zamandan itibaren bu hukuk ebediyyet vasfını kazanarak bugüne kadar Avrupa hukuklarının büyük bir kısmının temelini teşkil etmiştir.
5. Umumî olarak hukuka yönelttiğimiz bu kuş bakışından şu gerçeğe gelmiş bulunuyoruz: Genel olarak hukukun millet bünyesinde üç önemli fonksiyonu vardır: Tedavî, koruma ve yönlendirme.
Mevcut iktisadî problemler ve sosyal hastalıklar için tedavidir. Muhtemel hastalık ve problemlere karşı bir koruma tedbiridir.
Haklar, borçlar ve menfaatlerin, hukuk çerçevesinde düzenlenmesinin -bir zirveye yönelmiş olan kimsenin tırmanmasına devam ve ısrar ile adım adım oraya vasıl olacağı gibi- gaye olan tekâmül zirvesine ulaşmasını temin için bir zemin hazırlama ve yönlendirmedir.
Bir hukuk nizamında bu üç vazifenin tahakkuk edebilmesi için kaidelerinin bağlayıcı ve cebrî (obligatoire) olması gereklidir; aksi halde ahlâkî va'z ve nasihatler kabilinden olur. Ayrıca uygulamada, bu kaidelere itaatin temini maksadıyla aslî hukuk kaideleri, başka neviden (izâfî) hukuk kaidelerine de muhtaçtır ki bunlara müeyyideler (sanctions) denilmektedir. Bunlar da ya kanuna aykırı akitlerin butlanı gibi önleyici medenî müeyyidelerdir veya mükellefi itaat hududunda tutabilmek için, husumet kasdiyle işlenmiş suç fiillere karşı tatbik edilen tazminat ve hapis gibi eğitici ve caydırıcı ceza müeyyideleridir.
Bu noktadan hareketle hukukî kaide ve hükümleri iki nev'e ayırmak mümkündür: 1. Himaye edilen hükümler; aslî emir ve kaideler. 2. Himaye eden hükümler: Müeyyideler.
Her ne kadar hukuk, güce dayalı zorlayıcı niteliği ile ahlâkî prensiplerden ayrılıyorsa da uygulamada yine de -mefhum itibariyle ayrıldığı- ahlâka muhtaçtır. Çünkü kanunun, gayri-meşrû arzu ve menfaatlerine engel olduğu, şeytanî zekâ sahibi kimselere karşı hile kapısını kapamak mümkün değildir. Buna karşı yegâne tedbir onlarda üstün ahlâkın hakim olmasıdır. Bu sayede kanunun hükümleri onlarca mukaddes ve saygıya lâyık hale geldiğinden, kazanın kontrol ve otoritesinden uzak bir takım dolanbaçlı yollardan arzularına nail olmak imkânına sahip olsalar dahi, başkalarının veya devletin hukukuna tecavüz etmeyi mübah sayamazlar.
Böylece bir taraftan hukuk, diğer cihetten de aklî, ictimâî ve ahlâkî terbiye arasındaki sıkı alâka ve işbirliğinin önem derecesi açıkça ortaya çıkmaktadır.
Umumî olarak hukuka, onun unsurlarına ve yüce niteliklerine yönelttiğimiz bu kısa ve sathî bakıştan sonra İslâm dinine geçiyor, hukukun yüce prensipleri sahasında bu nizamın yer ve nasibini görmek istiyoruz.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: