HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Büyük Üstad Prof. M. Ebû-Zehra'nın Cevabî Yazısı
(Sonradan Hadâratü'l-İslâm dergisinde bizzat neşrettiği şekliyle alınmıştır.)

1. Bu mevzûda söz edenlerin bir kısmı bütün nevileriyle ve detaylarıyle sigortayı mübah (serbest) görmüşler; hiçbir kayıt koymamışlardır; ancak dostumuz büyük âlim Prof. M. ez-Zerka akitlerin fâizden arınmış olması kaydını koymaktadır. 1
Diğer bir grubun sözlerinden de öyle anlaşılıyor ki; onlar da sigortayı mutlak olarak menediyor; haram biliyorlar. Fakat sözleri üzerinde iyi düşünen anlıyor ki, bunların îtirâz hedefi, taraflardan biri şirket, diğeri ise ferdler veya başka bir şirket olan sigortadır. Çünkü ileri sürdükleri bütün delîller bu nevi sigortaya yöneliyor; zarar burada, kumar burada cârî oluyor; delîller de buna uygun düşüyor.
Üçüncü grup, şirket ile ferdler veya ticârî, sınaî v.b. şirketler arasındaki akitlerle meydana gelen sigortayı açık olarak tecviz etmiyor; fakat bütün sigortacıların, sigortalılardan ibaret oldukları, karşılıklı yardımlaşmaya bağlı sigortayı helâl görüyorlar. Bu bir topluluğun yaptığı karşılıklı yardım aktidir. Bazan da hükümetin, bütün idâresi altındakilere gerekli kıldığı sistem şeklinde gerçekleşir. Bu nevi sigortayı câiz görüyorlar, çünkü birincisinin helâl olmasına mânî şüpheler burada yoktur. Ve çünkü karşılıklı yardım Kur'ân-ı Kerim'in nassı ile sâbittir. "İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günâh ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın." (el-Mâide: 5/2)
Şüphe yok ki bu, görüşlerin en iyisidir ve "işlerin en iyisi orta olanıdır" hikmeti ile, bazı İslâmî nakillere de uygun düşmektedir. Hicretin ilk yıllarında vâkî olan kardeşlik akdi, yardımlaşma mevzûunda aklın tasavvur edebileceği en değerli, en yüksek bir örnektir. Bu nevi sigorta da ona dâhildir.
Birinci görüşün bayraktarlığını muhterem Prof. M. ez-Zerka yapmıştır. Prof Abdurrahman İsâ onun sakındığından sakınmayarak îtirâz etti; çünkü bu zât, fâiz (fâide) şartı konsa dahî, sigorta akitlerini mutlak olarak mübah görüyor ve bu kârın (fâide) fâiz olmadığını ileri sürüyordu. 2
2. Prof. ez-Zerka -Allah onu korusun- isbat yükünü de üzerine aldı; delîllerini güzel bir şekilde tertipleyip ifade etti, dinleyicilerin dikkatini çekti; birtakım şüpheler tasarlayarak onları reddetmeye çalıştı. Merhum yazar Mustafa Lutfi el-Menfelûtî'nin sözünü, burada ona uyan örnek olarak zikredersek, haksızlık etmiş olmayız zannediyorum. Menfelûtî, sosyal reform taraftarı Kasim Emîn'in yazarlığı ve yazıları hakkında şöyle demiş idi: "Kasim Emîn'in sözü kadar hakka benzeyen bâtıl bir söz görmedim." Biz bu kürsüden onun (ez-Zerka'nın) ifâde ve takdim şeklinin güzelliğinden bahsediyor, onu övüyoruz; fakat hakkı olan bu övgüde fazla ileri gitmek istemiyoruz ki, onun yaptığı gibi bizim de tatlı sözleri rüşvet olarak kullandığımız zan ve töhmeti hâsıl olmasın. Çünkü Cezâ Kanunu'nda rüşvetin büyük cezâsı vardır. İçimizde bulunan cezâ profesörlerinin bu rüşveti de suç sayılan rüşvetler içine sokmalarından korkarız!
Bizi bağlayan sevgi ve dostluktan sıyrılmadan sözünü incelemeye başlayalım; Allah'ın lûtuf ve hidâyeti ile bu sevgi bizi, ileri gitmek ve haksızlık etmekten alıkoyacaktır.
3. Muhterem profesör sigorta akdini, gök yıldırımlarının yere inmesini önleyen yıldırım siperine benzetmiş idi. 3 Biz de Allah Teâlâ'dan şunu niyâz ediyoruz. Yerden çıkan yıldırım ve kasırgaların, -halkalarını birer birer koparmak üzere- semâvî dîne yol bulmasına mâni olacak siperler îcâdı için, beşer aklına, başarı lûtfeylesin. 4
Ez-Zerka sözlerine, Hanbelî mezhebinin ve bilhâssa İbn Teymiyye'nin kabûl ettiği "akitlerde esas serbest olmasıdır" prensibiyle başladı. Akdin içinde, dînin nas ile yasakladığı bir şey olmadıkça bu akit mübahtır, serbesttir. Bu kaide sigorta akdine tatbik edilince şu netice çıkar. Ortada onu men eden bir delîl bulunmadığına göre sigorta şer'an mübahtır.
Profesör bununla iktifâ etmeyerek "şer'î delîle dayanmayan akitlerin mûteber olmayacağını" benimseyen Hanefilerin, günah ile karışık veya günâh şüphesi bulunan bazı akitleri, ihtiyaçtan ve ihtiyaç kabûl edilen "kaçınılmaz oluş"tan (umûmî belvâ) dolayı mübah gördüklerini ileri sürüyor ve buna da bey'ul vefâyı örnek veriyor.
Bununla da iktifâ etmiyor; sigorta akdini kıyas yoluyla ispat etmek istiyor; müvâlât akdi ve âkıle üzerine tazmînâtın farz olması ile sigorta akdi arasında karşılaştırmalar yapıyor.
Aynı zamanda bilfiil yardımlaşmaya dayansın, şirket ile fertler arasındaki akitle olsun bütün nevileriyle sigortayı, İslâm'ın dâvet ettiği ve sünnetin teşvik eylediği yardımlaşma içine sokmaya çalışıyor. Aslında onun, iyiliğinde akılların birleştiği güzel bir teminat olduğunu söylüyor. Sonra bize Venedik tâcirlerinin hikâyelerini, yardımlaşmanın onları nasıl can, mal ve gemileri sigortalamaya sevkettiğini anlatıyor. Şirketin bir taraf, sigortalının da bir taraf olduğu akit durumunda yardımlaşmanın, şirket vâsıtasiyle bir yardımlaşma olduğunu; malını, canını, eşyasını sigorta ettirenlerin sigortalılar arasına girdiklerini ve hep beraber yardımlaştıklarını tasvir ediyor. Sonra hayat, mal ve mesuliyet sigortalarının iktisadın temelini teşkil eden yaygın bir sistem olduğunu söylüyor ve sigortanın helâl olmasını önleyen şüphelere geçiyor; sigortada bilinmezlik unsuru ve kadere meydan okuma durumu bulunduğu, onun kumar olduğu şüphelerini reddetmeye çalışıyor. Kumar şüphesini: "Sigorta ve güvenlik kumar değildir; çünkü kumar ciddiyetten uzak bir oyundur; bunda ise hayatî ciddiyet vardır." Diyerek; kadere meydan okuma şüphesini; "Kazâ ve kadere iman, gelecek tehlikelere karşı tedbir almaya mâni değildir; sigorta, meydana geldiği takdirde, felâketlerin yaralarını tedâvî tazmînâtıdır; bu zararları, ona tahammül edemeyecek olan ferdin omuzlarından topluluğun omuzlarına kaydırmaktır, eğer kazâ ve kadere iman sebebiyle sigortayı menedersek, ona benzeyen yıldırım siperlerinin yapımını da haram kılmamız gerekiyor" diyerek; ğarar şüphesini: "İslâm hukukunda akdi bozan cinsten değildir; çünkü sigorta akdinde akitten hemen sonra gerçekleşen bir karşılık vardır" diyerek reddediyor. Akdin mevzûunun ihtimâle dayandığını da kabûl etmiyor ve sigorta akdinde ihtimâlin varlığını kabûl eden hukukçuları tenkit ediyor. "Akdin mevzûu teminattır" diyor ve buna, İslâm hukukundan "bekçilik için kiralama akdini" örnek gösteriyor. Ğarar nev'inden bir şüpheyi ve bilinmezliği de: "sigorta akdindeki bilinmezlik ihtilâf doğurmaz ve icrâya mâni olmaz; akdin sıhhatine mâni olan bilinmezlik, icrâyı önleyendir." ifadesiyle cevaplandırıyor. Nihayet bütün nev'ileriyle sigortanın helâl olduğu hükmüne varıyor; ancak fâize dayanan bir şartı muhtevî akdi sahih saymıyor, yahut da en azından şartı hükümsüz sayıyor.
4. Söyledikleri kısaca bundan ibarettir. Eksik bir şey bırakmamış olduğumu ümit ediyorum. Şimdi onun ve diğerlerinin sözlerinin münâkaşasına geçelim.
Münâkaşaya geçmeden önce şunu ifade edelim ki bizimle, kısmen veya kül hâlinde sigorta akdini mübah görenler arasındaki görüş ayrılığı; yalnızca bir sâhada bahis mevzûudur: Birbirine yabancı bir sigortalı ile bir sigortacı şirketin iki tarafını teşkil ettiği, her birine haklar ve vazifeler yükleyen sigorta akitleri. Devletin tesis ettiği sosyal sigorta ve güvenlik -ister işçiler, ister memurlar arasında olsun; herkese şâmil olsun veya bazı gruplara mahsus bulunsun- sahihtir, mübahtır; buna hiçbir îtirâzımız yoktur; ister anlaşmaya dayansın ister hükûmet takdir etsin, bu bir nevi kardeşlik anlaşmasıdır; borçlandırma veya mecbûr kılma yoluyla olması da fark etmez. Bizim ihtilâfımız sadece, işi, sigortacılıktan kazanç sağlamak olan şirket ile yapılan akitlere münhasırdır.
5. Münâkaşamıza, Profesörün ileri sürdüğü fıkıh kaidesi ile başlayalım: "Hanbelîlere ve bilhâssa İbn Teymiyye'ye göre aktiler, meneden şer'î bir delîl bulunmadıkça mubahtır, serbesttir." demişti. Biz de deriz ki: Münâkaşa mevzûu, akitlerin aslı değil, ileri sürülen şartlardır. Profesör buna şu cevabı veriyor: "Bazı şartlaşmalar akdin mânâsını değiştirir; akitlerde ihtilâf aslında şartlarda ihtilâftan ibarettir." Cevabımız: İbn Teymiyye'nin el-Uqûd kitabında zikrettiği kaide şartlar hakkındadır. Bunun akitler için bahse konu olması, ancak şartların tabiatleri îcâbı akdin gereğini değiştirmesindendir. Şu halde şartlar bazı yönlerden onun mâhiyetini değiştirmektedir. Durum böyle olunca "sigorta yeni bir akittir; bu kaidenin ona tatbiki mübah olur mu?" konusuna gelelim: Biz de Profesörle beraber yürüyor ve dînin akitler için koyduğu esaslara uygun olan, bunlara aykırı bulunmayan akitlerin mübah olduğunu kabûl ediyoruz; fakat biz bu akde, câiz olan yeni bir akit oluşu yönünden değil, ihtivâ ettiği husûsların şer'î hükümlere uygun olup olmadığı cihetinden bakıyoruz.
Bey'ul-vefâ'ya gelince bunun mânâsı: bir kimsenin, belli bir zaman içinde bedelini iâde ettiği takdirde geri alması şartıyle bir şeyi satmasıdır. Çok kere bu akde mevzû olan şeyin geliri vardır ve bu gelir satın alana ait olur ki; netice itibariyle satıcı, mezkûr gelir karşılığında ödünç para almış olmaktadır. Her ne kadar nâdir ise de satılan şeyin geliri yoksa fâiz ortadan kalkmış olur.
Bu akit Menverâünnehir'de çok yayılmış idi; ödünçler ancak bu esasa göre cârî oluyordu, insanların buna ihtiyacı vardı ve ihtiyaç onu matlûp hale getiriyordu. İhtiyaçlar yaygın hale gelince zarûret gibi değerlendirilir; işte bu sebeple İbn Nüceym onun sahih bir akit olduğunu nakletmiştir. 5
Sahih olduğunu söyleyenler de bunun üzerinde rehnin mi, yoksa satıcının muhayyerliği şartı bulunan satışın mı hükümleri tatbik edileceğinde ihtilâf etmişlerdir. Birinci şıkka göre gelir (ğalle) helâl değildir. İkincisine göre mülkiyet satın alana geçmez; çünkü Hanefî mezhebine göre muhayyerlik satıcı için ise, eşya üzerindeki mülkiyeti devam eder.
Fukahâdan birçoğu da bu akdi mübah ve câiz görmüyorlar. 6
Şüphelerle çevrili olan bir akdi profesörün bu şekilde delîl olarak niçin kullandığını anlayamadık. Mübah olduğunu kabûl etsek bile o, mevcut bir akit nev'i içine sokulmuştur; ya rehindir, veya satıştır, şu halde yeni bir akit değildir. 7 Profesör cevabında buna temas etmekle beraber, fukahânın ona dair görüşlerini nakletmek dışında yeni bir şey söylememiş; o görüşleri ise biz zaten baştan kabûllenmiştik.
6. Şimdi yaptığı kıyasa geçelim; sigorta akdini, âkılenin tazmînâtı yüklenmesine olduğu gibi muvâlât akdine de kıyas etmiş idi. Biz bir kazanç şirketi ile yapılan sigorta akdinin, muvâlât akdi ve âkılenin diyeti yüklenmesine kıyas edilmesi karşısında hayretten hayrete düştük. Çünkü muvâlât akdi, Arap olmayanlardan İslâm'a giren bir şahsın, müslüman bir Arap ile "suç işlediği zaman Arabın diyeti ödemesi, vâris bırakmadan ölmesi hâlinde ona vâris olması üzerine anlaşmasıdır." Biz burada hiçbir ortak nokta tasavvur edemedik ve bunu, Prof. ez-Zerka gibi büyük bir âlimin yapmış olmasını garipsedik. Bu hayretimiz karşısında şu cevabı vermişti: Benzetmeden maksadımız, cezâî mesuliyete bağlı sigortadır. Çünkü Arap tazmînâtı yüklenmektedir ki, bu, cezâî mesuliyetten neş'et etmiştir.
Bu açıklama da -izah edeceğimiz üzere- bizim hayretimizi arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır; muvâlât akdi, Arap olmayan bir kimseyi bir Arap âilesine katıyor, akdi yapan onlardan birisi; âile ferdi hâline geliyor, ismini, soyadını alıyor, bununla çağrılıyor. Ebû-Hanîfe el-Fârisî'ye, Ebû Hanîfe el-Teymî deniyor. İmdi bir ticarî kazanç şirketi ile akit yapan kişi onlardan birisi oluyor mu, genel olarak topluluğun üyesi oluyor mu, bütçesine, gelir ve giderine müdâhele edebiliyor mu?8 Böyle olmayınca sigorta akdi nasıl muvâlât akdine benzetilir? Bu, aradaki büyük farka rağmen, hattâ kıyasın iki tarafını birleştiren bir nokta olmadan yapılmış bir kıyastır.
Bundan daha garip olanı sigortanın, tazmînâtı âkılenin yüklenmesine kıyas edilmesidir. Çünkü âkıle: Kan bağı, Allah'ın riâyetini emrettiği hısımlık alâkası, iyilik ve takvâ üzerine yardımlaşma, borcu yüklenme ve kazancı paylaşmada yardımlaşma râbıtasının bağladığı bir âiledir. İmdi kazanç gâyesiyle kurulmuş bir şirket ile -ona her ay veya yıl bir meblâğ veren- diğer taraf arasında meydana gelen ve irâdenin doğurduğu sun'î akit, herhangi bir noktadan o tabiî rabıtaya benzer mi? Biz bu kıyası Profesörün açıklamasından sonra daha da artan bir hayretle karşılıyoruz.
7. Değerli Profesör (Allah onu korusun!) sigorta akitlerini, bütün şekilleriyle Kur'ân ve sünnetin istediği yardımlaşma içinde mütalâa ediyor ve bunun, önce gemilerin ve malların denizde maruz kaldıkları tehlikeleri, sonrada hayat tehlikelerinin zararını defetmek için yardımlaşan Venedik tüccarı arasında doğduğunu, bunların topluluk hâlinde hem sigortalı, hem de sigortacı olduklarını açıklıyor ve devamla sigortanın yardımlaşma mânâsını kaybetmediğini, hayat, mal, gemi ve mesuliyetler üzerine sigorta ile sermâyesini değerlendiren, para kazanan şirketlerde bile bunun -sigortalılar arasında- bir yardımlaşma olduğunu, şirketin ise bu yardımlaşmanın aracısı durumunda bulunduğunu zikrediyor.
Biz bu düşünceye karşı deriz ki: Gerek Venedik tüccarı arasında olan sigortada ve gerekse üyelerinin yardımlaştığı içtimaî sigortalarda, şüphesiz olarak yardımlaşma mevcuttur. Fakat her birinin kendi başına borcu ve muayyen hakları olan kişiler ile sigorta şirketi arasındaki akitte böyle bir yardımlaşmayı tasavvur edemiyoruz; aksi halde, bir şirket ile akit yapan her fert, onunla akit yapan diğer fertler ile yardımlaşmış olurdu. Buna göre banka ile akit yapan da, onunla akit yapan herkes ile yardımlaşmış olur; bu acayip bir anlayıştır.
Evet sigortanın aslı karşılıklı yardımlaşmaya dayanıyordu. Fakat, Venedik tâcirlerinin zamanından sonra iktisadî hayata hâkim olan yahudiler onu, yardımlaşma mâhiyetinden, bu apaçık sömürü mekanizmasına çevirdiler. Bu ters çevirmeden sonra, hâlâ yardımlaşma mânâsına sarılan kimse, aslı helâl üzümden olduğu için şarabı da helâl sayan kimseye benzer. Değişen, halden hale geçen her şey böyledir. Hattâ biz deriz ki: Kazanç şirketlerinin yürüttüğü sigorta, yardımlaşma sigortası temeline de dayanmaz; bunun ismini taşısa bile başka mâhiyettedir. İsimler, varlıkların mâhiyetini değiştirmez; beyaza zenci diyen onu zenciye çeviremez, siyaha beyaz diyen onu beyaz yapamaz. 9
Sigorta yoluyla kazanç kapısını açmak önümüze ne garip şekiller çıkardı? Öyle ki kadınların güzelliklerinin ve bacaklarının sigorta edildiğini görüyoruz. Maksat, kazanç olduğuna göre bunlar tabiîdir. Şimdi bunu, Venedik tâcirlerinde gördüğümüz yardımlaşma sigortasının devamı sayabilir miyiz? Hayır. İstismar ve menfâat yolları arayıp duran yahudi kafası fesadın ve kötülüğün başıdır.
Muhterem Profesör Mustafa ez-Zerka bize cevap veriyor ve sigortanın bir yahudi îcâdı olmadığını söylüyor. Evet, sigortanın iyi ve üstün yönü yahudi îcâdı değildir; sömürü şirketlerinin yürüttüğü sömürü düzeni yahudilere aittir. Hangi asırda olursa olsun sigorta şirketlerini incele, yahudilerin onlara hâkim olduğun göreceksin.
Şimdi onun şüphelerinin reddine ve bu reddin bazılarının münâkaşasına geçelim:
Bazı âlimler, yardımlaşmaya dayanmayan (teâvünî olmayan) sigortaların kumar olduğu, helâl olmayan bir yoldan kazanç sağladığı şüphesini ileri sürdüler; çünkü bunda bir şahıs yirmi verir yüz kazanır; bazen yüz verir yüz alır; şirketin iki yüz zarar ettiği ve bir sigortalıdan bin kazandığı olur. Sigortalı veya vârislerinin aldığı, hakları değildir. Sigorta akdinde verileceği, alınacağı kesin hiçbir şey yoktur. Bu kumar değil ise de kumar mânâ şüphesinden uzak değildir.
Fakat Prof. Mustafa ez-Zerka şu noktalara dayanarak bu şüpheyi kesin olarak reddediyor: Kumar bir oyundur; bu oyun değil, ciddî bir iştir. Kumar insanları birbirine düşürür, Allah'ı anmayı ve namaz kılmayı önler; halbuki bunda öyle bir şey yoktur. Bunda karşılıklı borçlanma vardır, kumarda böyle bir mâhiyet yoktur.
Halbuki sigortayı kumara benzetenler, ondaki riziko ve ihtimal unsuruna, kazanç ile kayıp arasındaki tutarsızlığa; kazanç hâlinde âdil bir nisbetin yokluğuna dayanıyorlar.
Kumarın dâimâ bir oyun olduğu iddiâsı da gariptir; çünkü Araplar kumar okları ile taksim yapıyor, taksimde bunu hakem kılıyor ve bununla yapılan taksimi adâletli buluyorlardı. Allahü Teâlâ "ve kumar okları ile kur'a çekmeniz... bir günâhtır" (el-Mâide: 5/3) buyurarak onu yasaklamış; "Şarap, kumar, kurban kesilen putlar ve fal okları pistir; şeytanın işi cinsindendir" (el-Mâide: 5/90) buyurarak bunu -haram kılınan şeyler arasında- şarap ile bir tutmuştur. Şu halde şüphesiz olarak bu da bir nevi kumardır ve her kumar oyun değildir.
İkinci farka gelelim: "Sigorta akitlerinde Allah'ı anmaya ve namaza engel olma durumu, kin, haset ve düşmanlığa sebep olma hâli yoktur" denmiştir. Biz de deriz ki bunlar yasaklamaya uygun düşen hikmet ve vasıflardır; hükmün müsbet ve menfî olma yönlerinden kendisine bağlı bulunduğu illet değildir ki, bu mevcut olunca haram hükmü bulunsun, bulunmayınca da helâl olsun. Şarap içenlerden de bazıları birbirini sever, sayarlar; bu durum onlar hakkında şarabın haram kılınmasını önler mi? 10 Sigorta akdinin karşılıklı ödemeye ve borçlanmaya dayanması da onun kumar mânasını önlemez. Hattâ onun böyle olduğu da belli değildir; çünkü bedeller sabit değildir; iki bedelden birisi belli olmayan bir akdin mevzûu belli ve sabit olmaz; iki yüz almak için yirmi veren iki kişi arasında hangi karşılıklı ödemeden bahsediliyor; sonra bu fâiz değil midir?
Bizim Profesörün şüpheyi defetmek için söyledikleri karşısındaki görüşümüz budur; biz şüpheyi izale edilmemiş buluyoruz. Hattâ bize göre kumarın yanında (hayat sigortasında) sigortalının, muayyen müddetten önce ölmesi hâlinde düpedüz bir de fâiz vardır; çünkü o, az bir şey veriyor, karşılığında çok şey alıyor; bu şüphesiz fâizdir; veya imâmların (müçtehitlerin) kabûl etmediği bir muâmeledir.
9. Karşılıklı yardımlaşma esasına dayanmayan sigortayı kabûl etmeyenler bunda bilinmezlik, ihtimâl (ğarar) bulunduğunu söylediler. Gerçekten bunda akdin mevzûu sâbit, varlığı gerçekleşmiş değildir; bu, ağın çıkaracağı balığı, hayvanın karnındaki yavruyu satmak gibidir. Benzeyen taraf: Bu satışlarda satılan şeyin yeri ve varlığı bilinmemektedir; varlığı ihtimâle dayanmaktadır. Bunun gibi menedilen sigorta akdinde de akdin mevzûu sabit değildir.
Akdin mevzûu nedir? Sigortalının verdiği mi, sigortacı şirketin verdiği mi, yoksa -bu akdi sarf nev'inden sayarsak ki başka türlü hüküm çıkarılamaz- her ikisi midir?
Şüphe yok ki sigortalının verdiği belli değildir, az olur, çok olur, bazen de anlaşmada zikredilenlerin tamamı olur. Şirketin verdiği de bazen az, bazen çok olur, çok kere de hiçbir şey vermez; hattâ aldığına, kazandığından ekleyerek iâde ettiği de olur.
Şimdi bunlar ğarar değil de nedir? Sonra bu, haram olan bir para muâmelesi (sarf) değil midir? Sarfta teslim almak şart olduğu halde bu, toptan bin liraya karşılık taksitle bin lira; yâni borca karşı borcun satışı değil midir? 11
Profesör "mübâdelelerde farklılık akdin sıhhatine dokunmaz" diyor. Biz de diyoruz ki: Buradaki fark sadece ihtimâldir; belli olmamaktır. Bilinen mübâdele akitlerinde bedellerin kıymetlerinin farklı olması ile ihtimâlin alâkası yoktur. Nerede ihtimâl varsa orada ğarar ve kumar vardır. Burada az veya çok belli bir bedel yoktur. 12 Bunun içindir ki medenî hukuk âlimleri sigortayı, mevzûu ihtimâlli olan bir akit olarak kabûl etmişlerdir. Onlara göre bunun câiz olması için bir mâni yoktur.
Fakat Prof. ez-Zerka "Bunda aslâ bilinmezlik olmadığını, akdin mevzûunda ihtimâl bulunmadığını, akdin mevzûunun teminat ve güvenlik olduğunu" söylüyor. Bu da garipliklerden birisi. Biz güvenlik ihtiyacının akde sebep oluşunu anlıyoruz; fakat akdin mevzûu olmasını anlayamıyoruz. Bir kimse bir akar satın alınca akdin mevzûu akardır; sebep ve sâik ise oturmak veya gelirinden istifade etmektir (istiğlâl); bu istifade akdin mevzûu sayılmaz. Güvenlik manevî bir şeydir; alınıp satılmaz; pisikolojiktir, rûha bağlıdır. Bazen parasız gelir; bazen de uğrunda büyük paralar sarfedilir de elde edilmez. Güvenliğin (emân) mevzû teşkil ettiği, şer'i veya hukukî (medenî) hiçbir akit bilmiyoruz ki bu yeni akdi de ona katalım. 13
Fakat Profesör (Allah onu korusun!) düşünüyor ve karşımıza bekçilik akdini çıkarıyor; burada güvenliği, akdin mevzûu kabûl ediyor, benzeyenlerin birbirine ilhâk edildiği gibi, sosyal olmayan sigorta akdini de buna katıyor, bu kabilden telâkki ediyor.
Ve bu sözü cevaplandırmak üzere de şöyle diyor: "Bütün akitler gâye ve neticeleri gözönüne alınarak vazedilmiştir. Buna göre bekçilik akdinin gâyesi nedir? Bekçinin işinden hâsıl olacak şu netice neden ibarettir? Cevap açık olarak şudur: Bekçiyi tutanın güvenlik ve huzuru dışında bu akdin hiçbir netice ve faydası yoktur."
Ben de değerli Profesöre diyorum ki: Bu söze katılmıyorum; çünkü akitlerin netice ve semeresi "mevzû" adını alamaz. Ben oturmak için bir akar satın alsam bu maksadımı akdin mevzûu mu sayacaksınız? Bakıp inceledikten sonra, almış olmama rağmen, sonradan benim oturamayacağımı veya orada oturulamayacağını anlasam, satış bâtıl olacak ve satanın tazmînât vermesi mi gerekecek?
Bir daha söylüyoruz ki, akitlerin netice ve gâyeleri -fıkıh yönünden- mevzûları sayılamaz. Ve mahcubiyetle ilâve edeyim ki bu nokta tartışma ve ihtilaf konusu olamaz. 14
10. İleri sürülen üç noktaya geçiyoruz; bunları birer birer nakil ve münâkaşa edeceğiz:
a) Yeni akitlerin şer'i prensipler içinde yerini bulmak, geniş kapıları daraltmamak din âlimlerinin vazifesidir. Onların aksine davranışları, İslâm'a zarar verir, onun yenilenmesini önler, ebedî din oluşuna aykırı düşer...
Biz bu sözlere bir şartla katılıyoruz: Yeni akitlerde, İslâm'ın sabit esaslarına aykırı düşen bir husûsun bulunmaması gerekir. Her yeni akit nas ile veya müçtehitlerin icmâı ile sabit bir kaideye ters düşmesine rağmen kabûl edilirse, giderek İslâm'ın gerçekleri ve esasları birer birer bozulur; kendimizi kaybeder, başkasında eririz. Biz Avrupalıların kendi hukuk ve kanunlarına sımsıkı sarıldıklarını görüyoruz. Her devlet kendi hukukunu millî varlığının bir parçası gibi görüyor; toptan değiştirmeyi aslâ düşünmüyor; sadece elverişsiz olduğu anlaşılan parçaları değiştiriyor. Bizim de kendi hukukumuz karşısındaki durum ve tutumumuz bu olamaz mı? Şâri'in İslâmî maksatlarına uygun düşenlere kapıyı açıp, uygun düşmeyenlere zarûret olmadıkça- kapatamaz mıyız? Açıklayacağımız üzere biz bu mevzûda (sigorta mevzûunda) zarûret görmüyoruz.
b) Kendisine karşı takdir hisleriyle dolu bulunduğumuz bir âlim şöyle diyor: "Memleketimizde cârî olan örf ve âdet, sigorta akdini kabûl etmemizi gerektirecek bir hale geldi. İslâm hukukunda ve bilhâssa Hanefî fıkhında örf ve âdet, hükmü nas ile değil de içtihat ile elde edilen meselelerde kabûl edilmiş bir delîldir."
Biz de şartlarını taşıyan sahih örfü, delîl olarak kabûl husûsunda ona katılıyoruz. Gerçekten önceki âlimler ile sonrakiler arasında görüş ayrılığı, delîl farkından değil, zaman ve örf-âdet farkından ileri gelmiştir. Fakat biz sormak istiyoruz: Karşılıklı yardıma dayanmayan sigorta bugün umûmî veya husûsî örf hâline gelmiş midir? Biz bu nevi sigorta ile sigortalanan kişiler üzerinde bir istatistik araştırma yapsak, genel nüfusa nisbetle bunların -bir örf tesis edemeyecek kadar- az olduklarını görürüz.
Sonra varlığı iddia edilen bu örf, naslardan çıkarılmış -yukarıda açıkladığımız- bazı husûslar ile çatışıyor. Eğer "bunlar şüphelerden ibârettir," denirse, şu mukâbelede bulunuruz: Bu şüpheler o kadar çoğaldı ve koyulaştı ki, artık bu nevi akdin İslâm'ın hedeflerine ve fukahânın görüşlerine ters düştüğüne hükmeder olduk; hattâ bize göre bu bir nassa da karşıdır; fâiz nassına; çünkü fâiz bunun her tarafını sarmıştır.
c. Tebliğini yazılı olarak sunanlardan birisi şöyle diyordu: Bu akitte umûmun menfâati (maslâhat) vardır; maslahat kendi başına bir fıkıh prensibidir. Hattâ bu akit iktisadî bir zarûret hâline gelmiştir. Çünkü ticârî firmalar mallarını ancak sigortalı gemilerle gönderiyor ve malın sigorta ettirilmesini de şart koşuyorlar. Hükûmetler bazı işlerde sigortayı şart koşuyorlar. Arabaların ruhsatnâmeleri ancak sigorta ile tamam oluyor...
Biz de bunları kabûl ediyoruz; çünkü olanı inkâr etmek durumunda değiliz. Fakat bu nevi sigortanın zarûrî olduğuna hüküm verebilmek için, bundan başka bir sigorta şeklinin bulunmasının mümkün olmadığını kabûl etmemiz gerekir. Çünkü zarûret ancak işlerin tıkandığı ve haramdan başka çıkış yolu olmadığı zaman ve yerde gerçekleşir. Acından ölme derecesine gelen ve domuzdan başka da yiyecek bulamayan kimsenin hâli gibi ki, bu durumda onu yemesi mübah olur. Fakat domuzdan başka yiyecek bulunur da, temiz ve helâl olmasına rağmen, daha lezzetsiz olursa zarûret hâli tahakkuk etmez.
Burada da durum aynıdır. Çünkü içtimaî sigortanın kapıları açıktır; o tesis edilmemiş ise etmeliyiz, dar ise genişletmeliyiz, ufuk dar ise düşünürlerin önüne ufukların en genişini koymalıyız.
Takdirle andığımız bir hâdise Hartumlu şoförlerin davranışıdır. Sigorta mecbûriyeti getirilince onlar aralarında bir yardımlaşma cemiyeti kurdular; sigortayı bu cemiyet yapıyor; hepsi birden hem sigortacı hem de sigortalı oluyorlardı. (Allah onların imânını korusun ve kazançlarına bereket versin!) Bir yahudi bid'atı olduğunda hâlâ israr ettiğim bu sömürü sigortası yerine, karşılıklı yardımlaşmaya dayanan bir sigorta sistemi kurmayı İslâm dünyası bize sağlasa ne olur! *
Apaçık, aydınlık ve ışıklı bir yolu bırakıp da, haram olması şüphesi bile bulunan bir yola girmemiz, dînî bakımdan bize uygun düşmez. Resûlullah (s.a.v) "Sana şüphe veren bir şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap"15 buyurmuştur. Hz. Ömer "Fâizi de şüpheli olanı da terkedin" demiştir.
11. Kürsüden ayrılmadan, münâkaşa esnasında veya tebliğlerde ileri sürülen birkaç husûsa daha temas etmek istiyorum:
Prof. Abdurrahman Îsâ âmme menfâatinden (maslahat) bahsederken Hz. Ömer'in bu sebeple bazı nasları tatbik etmediğini söyledi ve tekrarlanarak eskimiş iki örnek zikretti: Müellefe-i kulûbun hissesi ve kıtlık yılında el kesme cezâsının tatbik edilmemiş olması.
Önce hisse meselesini ele alalım: Hz. Ömer gönülleri İslâm'a ısınsın diye kendilerine maaş bağlanan kimselerin maaşlarını kesmedi; zaten Kur'ân'ın nassı ile sabit olan bir şeyi kaldıramazdı. Hz. Ömer'in yaptığı Zibirkan b. Bedir gibi hem Hz. Peygamber, hem de Hz.Ebû Bekr devrinde maaş alan bazı kimselerin maaşlarını kesmekten ibarettir. O, bu maaşı müktesep bir hak olarak değil, mezkûr şahısların ve müslümanların durumuna göre değişen, muvakkat bir tahsisât olarak kabûl etmiştir.
"Başkalarına da vermedi" dedikleri oluyor. Evet, müslümanların buna ihtiyaçları olmadığını gördüğü için böyle yaptı. Borçluların hissesi de böyledir. Borcu ödenecek kimse bulamayınca bunların hisseleri kesilmiş, giderden çıkarılmış mı sayılır? Köle âzâdı için ayrılan pay da böyledir; âzât edecek müslüman bir köle bulamayınca bu pay ıskat edilmiş mi olur?
Bunun içindir ki fukahâ, ittifak hâlinde "Bazı kimselere gönüllerini kazanmak için bir şeyler vermenin gerektiği durum avdet ederse, bunda İslâm'a fayda varsa Kur'ân nassının tatbiki gerekir." demişlerdir. Bu sebeple hiçbir kimsenin "Hz. Ömer onların hisselerini -bütçeden- kaldırdı" demesi uygun değildir. Bu, İslâm'a saygısı olmayan, naslarını çürütmek isteyen yabancıların sözüdür.
Bazı büyük âlimler de delîlsiz olarak onların peşine düştüler; ilmî derecesi ne olursa olsun herkesin yanılması ve isâbet etmesi mümkündür. 16
Felâket yılında el kesme cezâsının tatbik edilmemesi mevzûuna gelince: O yıl müslümanlar amansız bir kıtlık içine düşmüşlerdi. Hz. Ömer -bu sebeple- cezânın tatbik şartının tahakkukunda şüphe buldu. Fıkıhta bilinen bir gerçek "Had mâhiyetindeki cezâların, şüphe üzerine düşeceğidir." Hz. Peygamber (s.a.v) "Mümkün olduğu kadar, şüpheli durumlarda cezâyı düşürünüz" 17 buyurmuştur. Buradaki şüpheli durum, Hz. Ömer'in hırsızları, büyük bir açlık ve zarûret hâli içinde görmesidir. Her fıkıh âlimi bilir ki; zarûret halleri, yasakları mübah kılar. Yemediği takdirde ölecek derecede bir açlığa marûz kalan kimsenin, başkasının yiyeceğinden yemesi mübahtır. Öyle ki, zarûret hâlinde bulunmayan yiyecek sahibi bunu vermez ve kavga ederler de zarûrette kalan onu öldürürse tazmînât gerekmez.
Hâdise de bunun böyle olduğunu gösteriyor: Hâtıb b. Ebî-Belta'a'nın köleleri bir deve çalmış, onu keserek yemişlerdi. Hz. Ömer onları cezâlandırmak istedi, fakat Hâtıb'ın kölelerini aç bıraktığını anlayınca cezâyı uygulamadı ve Hâtıb'ı ödemeye mecbûr etti. Bu hikâye, zarûret hâli dolayısıyle çalınmış olması şüphesi üzerine haddin düşürülmüş olduğunu göstermiyor mu? Onlar şikâyet ettiler, o da tahkikat yaparak doğru söylediklerini anladı; zaten kıtlık yılı içinde bulunuyorlardı.
Bunun içindir ki Hanbelîler ve diğer birçok fıkıhçı, hırsızlık suçunda cezânın tatbiki için hırsızın, kıtlık yılında yiyecek çalmış olmamasını şart koşmuşlardır; çünkü bu durumda cezânın tatbiki husûsunda zarûrete düşmüş olma şüphesi vardır.
Münâkaşa sırasında ileri sürülen görüşlerden birisi de içtimaî olmayan sigorta akdini, ce'âle akdi gibi kabûl etmek idi.18 Bize göre ce'âle akdi bir iş ve hizmet akdidir. Onun, kaybolan şeyi bulmaktan ibâret olan bir mevzûu vardır. Bunda takıldıkları yer işin bilinmemesidir. Fakat sarfedilecek mesâinin miktarı sınırlanamıyorsa da, bunun muayyen bir mevzûu vardır. Diğer birçok kira akitlerinde de mesâinin kesin olarak takdiri mümkün değildir. Meselâ terzi veya süslemecinin yaptıkları işe, ne kadar mesaî sarf edeceklerini önceden kesin olarak sınırlamak ve takdir etmek mümkün değildir. Halbuki sigorta akdinin mevzûu bilinmemektedir; veya ihtimâle bağlıdır. 19
12. Şimdi vardığımız ve iki noktada özetlenmesi mümkün olan neticeyi ifade edelim:
1. İçtimaî ve karşılıklı yardımlaşmaya dayanan sigorta helâldir; bunda hiçbir şüphe yoktur.
2. Biz, şu sebeplerden dolayı, karşılıklı yardımlaşma esasına dayanmayan sigorta akitlerini mekrûh görüyoruz. 20
a) Çünkü bunda kumar veya en azından kumar şüphesi vardır.
b) Çünkü bunda bilinmeyen unsurlar vardır; bu bilinmezlik akdin sıhhatine mânidir.
c) Bunda fâiz vardır; çünkü kâr veriyor. Başka bir yönden daha fâiz vardır; çünkü az para veriyor, çok alıyor.
d) Bu bir para muâmelesidir (sarf); çünkü ileride para almak üzere para yatırmaktır. Halbuki bedellerin derhal teslim alınması sarf akdinde sıhhat şartıdır.
e) Ve çünkü bunu gerektiren iktisadî bir zarûret yoktur.
Büyük âlim Prof. Mustafa ez-Zerka fâizli akitleri kabûl etmediğine göre; bizim görüşümüze iyece yaklaşmış oluyor. Çünkü mevcut sigorta akitlerini hep iptal edecektir; zîrâ bunların hepsinde fâiz vardır: Bunlarda kâr verilir, az para karşılığında çok para verilir, sigorta şirketlerinin kazancı, fâiz muâmelelerinden uzak kalamaz, karşılıklı yardımlaşmaya (üyelik esasına) dayanmayan, fakat fâizden de uzak kalan bir sigorta yoktur; varlığı hayâlîdir, farazîdir; üzerine hüküm bina edilemez.
Eksiksiz bilmek Allah Teâlâ'ya mahsustur; her şeyi hakkıyle o bilir.
Diyeceklerim bundan ibaret olup Allah'tan mağfiret diler, fazîletli kişilere karşı sevgi ve dostluğumuzun idâmesini niyâz eylerim.

Kahire
M. Ebû-Zehra


1. Üstadın bu ifadesi, sigorta mevzûunda konuşanlardan bazılarının bu işe fâiz karışsa bile, mutlak olarak onu câiz gördükleri zannını uyandırmaktadır. Fakat burada bu kastedilmiş olamaz; çünkü böyle bir şey olmamıştır. Mutlak olarak câiz olduğunu söyleyenlerin bundan maksatları, bizzat sigortanın bütün nevilerinin câiz olduğudur. Sigorta akdine fâiz karışırsa bu, alış- verişe fâiz karışmasına benzer; bu takdirde haram oluş, sigorta veya alış- verişin kendilerinden değil, fâizden dolayıdır. Bu husûsu tebliğ metninde, bazı kimseleri haram hükmüne sevkeden şüphelerin altıncısını bahis mevzûu ederken açıklamıştım.
2. Prof. Abdurrahman İsâ, ne tebliğinde ve ne de münâkaşada, sigorta akdinde faizi şart koşmanın mübah olduğunu söylemedi. Her halde Prof. Ebû-Zehra bu bilgiyi dışardan almış olacak.
3. Şöyle demiştim: Yıldırım siperi, yıldırımın yere düşmesine mâni olamaz, fakat onu hedefinden çevirerek hazırlanmış bulunan bir çukurdaki mezarına çeker; yâni siper, yıldırımın düşmesini önlemek için değil, zararını önlemek için konmuştur. Bu sigorta akdinin vazifesini hatırlatmaktır.
4. Evet ben de büyük üstad Ebû Zehra'nın bu niyâzına katılıyorum; bununla beraber Allah Teâlâ'ya yalvarıyorum: Semâvî rahmetin yere inmesine izin verecek bir İslâm anlayışına götüren doğru yolu bulmakta akıllarımıza yardımcı olsun!
Muhterem hocamıza şunu da söylemek istiyorum: Bu nevi hissî münâkaşa sözlerinin ilmî ölçüye göre hiçbir netice ve değeri yoktur. Hak veya bâtıl için mücadele eden, âlim ve câhil herkes bunu ve daha fazlasını söyleyebilir. Üstad Ebû- Zehra'nın (Allah onu korusun ve faydasını devam ettirsin!) ilmi ve zekâsı - şer'î delîl ve kuvvetli mantıktan başkasının geçerli olmadığı böyle bir ilim meydanında- bu üslûba sığınmaktan kendisini müstağnî kılacak kadar büyük ve geniştir. Çünkü burası, İslâm ulemâsı ve hukuk âlimlerine has, çok husûsî bir meclistir. Şer'î delîlleri anlamaktan uzak olan - ancak bu nevi hissî ifadeler ile tesir altına alınabilen- halka söylenecek sözler, burada söylenmez. Bu gibi sözlerin yeri, beynelmilel bir fıkıh konferansı ve böylesine ince ve önemli bir konu değil, halka karşı verilen siyasî nutuklardır.
Üstâdın ifadesinde yer alan ve " kendi görüşüne muhâlif olanların, dînin halkalarını birer birer çözdükleri" şüphe ve ithamını işâretleyen söz atmaya gelince derim ki: iyi niyetliyi kötü niyetliden ayıran Allah onu bağışlasın! Ona şefâat eden ve bizi aynı şekilde karşılık vermekten alıkoyan şey, kendisine karşı beslediğimiz sevgi ile dîni oyuncak hâline getirmek isteyenlere karşı verdiği mücadeleyi ve samimiyetini bilmemizdir.
Bununla beraber Üstadın dikkatini, İbnu'l Kayyim'in "şer'î siyâset"ten bahsederken zamanındaki idarecileri "siyasî kanunlar" îcâdına sevkeden sebepler hakkındaki sözlerini ve bu mevzûda Ebu'l- Vefâ İbn Akîl'in görüşünü hatırlama yönüne çekmek isterim. İbnu'l-Kayyim merhum bu münasebetle, zamanındaki bazı İslâm âlimlerinin, dînin geniş bıraktığı husûsları daraltmalarının vahim neticelerini açıklamıştır. Bu açıklamaya göre mezkûr âlimler ya dînin sınırlarını tecavüzden korumak ve ihtiyatlı davranmak titizliğinden yahut da, İslâm'ın her mekân ve zamanda insanların hayatî menfâatleri ve makûl ihtiyaçlarını tatmin edecek geniş, hikmetli çâreleri, temsil ettiği kolaylık ve müsâmahayı bilmediklerinden böyle davranmışlardı. İbnu'l-Kayyim'in buradaki sözleri, nesiller için öğüt ve ibret olacak değerdedir. (Bu sözlerin tamamı için bak: İ'lâmu'l-Muvakkı'în, Feracullah el- kürdîtab'ı, C. III, s. 543; et-Turuku'l-hükmiyye, (baş tarafı.)
Âlimler safına sızmış kiralık insanlar vâsıtasiyle, dîni yıkmaya ve izlerini silmeye çalışan dinsizlerin çoğaldığı- zamanımız gibi günlerde- dinde geniş yollar açmanın tehlikeli ve kritik bir davranış olduğunu ben de biliyorum. Fakat dînin geniş caddesini daraltmanın zarar ve tehlikesinin, daha az olmadığını da biliyorum. Bu sebeple emniyet supabı, araştırıcıların karakterleri ve sicilleri olmalı; görüş farkları bulunduğu zaman, ilmine ve dindarlığına güvenilen kimselerin görüşleri alınmalıdır.
5. Bunun sıhhatini nakleden yalnızca İbn Nüceym değildir. Mezhebin kitaplarına başvurulunca anlaşılacağı gibi, hicrî altıncı asırdan beri Hanefî mezhebi fâkihleri bunun sahih olduğunda birleşmişlerdir.
6. Bu birçok fukahâ da kimler acaba? Ortaya çıktığı asırdan sonra adına bey'u'l-vefâ diyerek sıhhatinde ittifak ettiklerini öğrendiğimiz hanefiler mi? Kaldı ki diğer mezheplerin âlimleri de tatbikatta onlara uymuş, halka o yolda fetvâ vermiş ve kendileri de tatbik etmişlerdir.
7. Bu yeni çıktığı ve tanınmaya başladığı beninci hicrî asırda idi. Sonradan, ne sahih veya fâsit satış, ne da rehin olmadığı hükümleriyle müstakil bir yeni akit olduğu kabûl edilmiştir.
8. Bu müdâhale hakkının bulunup bulunmamasının mevzûmuzla ne alâkası var? Kabûl edelim ki kâr gâyesi güden sigorta şirketi ile akdi yapan sigortalı, şirketin üyesi oldu ve bütçesinde söz sahibi kılındı; bu takdirde hocamız Ebû-Zehra'ya göre; muvâlât ve sigorta akitleri arasındaki kıyas sahih olacak ve ona göre bununla, sigortanın şer'an câiz olduğuna delîl bulunmuş olabilecek mi? Gerek biz ve gerekse bizden evvel -muvâlât akdi ile sigorta arasında kıyasa götürecek bir delâletin varlığını yakalayanlar- ne demişiz? Bu iki akit birbirine eşittir, bu iki isim eş mânâlıdır mı demişiz ki üstad, her ikisinin bütün hükümlerinin -toptan ve teker teker- aynı olmasını arıyor? Yoksa biz kıyasımızı tek noktada; ikisinin ortak bulunduğu "akdin, gerçekleşmemiş, muhtemel bir hadiseye binâ edilmesi" esas noktasında mı yürütmüşüz?
9. Dayandıkları esas açısından primli sigorta ile mübâdeleye dayanan sigortayı (veya üstadın tâbiriyle yardımlaşma sigortasını) birbirinden ayrı mütalâa etmesi karşısında üstad Ebû Zehra'ya, Prof. Dr. Abdulhayy el-Hicâzî'nin verdiği cevap yukarda geçmişti. Bak. S. 246-247.
10. Bu ifade muhterem hocamız Ebû Zehra'nın dinleyenlerin fikirlerini çelmek husûsundaki mahâretinin parlak bir delîlidir. İçki, bir halden diğerine göre değişmeyen mutlak, kesin ve umûmî bir nas ile haram kılınmıştır. Sigorta mevzûu ise, dînin esaslarına göre hükmü çıkarılmak istenen yeni bir hâdisedir. İmdi nassın çirkin ve kötü vasıflarını açıkladığı bir haram üzerine, o vasıfları taşımayan bir şey kıyas edilebilir mi? İçkiyi haram kılan nas mutlak ve umûmî olduğu için, kendisinde kötülükleri görülmeyen kimseye helâldir demiyorsak, bundan bir şeyi tam zıddına, ortak vasfı bulunmayan başka bir şeye kıyası kabûl etmemiz mi lâzım gelir?
11. Düşünmek ve hükmetmek okuyuculara âittir: Sigorta akdi; mevzû'u, para ile parayı mübâdeleden ibâret olan sarf kabilinden midir ki şer'an, akit yerinde bedellerin tesellümü gerekli olsun ve teslim alma şartı bulunmayınca akit bâtıl olsun! (Hayat sigortası için Ebû Zehra'nın dedikleri doğrudur. H. K. )
12. Prof. Ebû-Zehra konuşmasının bu noktasında bizzat şu notu koymuştur: "Profesör cevabında, mal ile bedeller arasındaki fark üzerine geniş açıklamalar yapmış ise de, bunun münâkaşamızda yeri yoktur. Çünkü az olsun, çok olsun ödenen veya satılan şey bedel olarak bellidir. Menedilen sigortada ise belli ve sâbit olan bir şey yoktur; bunun için de mukâyesesi tutarsızdır." Bu not, münâkaşa celsesinde verdiğim cevabı aldıktan sonra, itirâzını neşrederken koyduğu nottur. Buna da cevabımız ileride gelecektir.
13. Muhterem Prof. Ebû-Zehra'nın garip gördüğünden daha garibi: Hayatın ve vâsıtalarının gelişmesinden doğan yeni ihtiyaçların ortaya çıkardığı ve gerektirdiği her akit için, "içine sokacağımız, şart ve hükümlerini tatbik edeceğimiz, şekillerinden birisi telâkki edeceğimiz, daha önceden bilinen" eski bir akit aramaktır!
Bu, yeni akitler yapmanın mümkün olup olmadığı meselesidir. Daha önce de -tebliğimin metninde- açıkladığım gibi, dînimizde bunu meneden ve insanlığı, eskiden beri mevcut olan, İslâm'ın da kabûl edip hükümlerini yeniden düzenlediği akitler içinde hapseden hiçbir delîl yoktur. Bu durumda -bize göre- haram ve uygunsuz olduğuna şer'î delîl bulunmadıkça her yeni akit "mübah olmak esastır" kaidesinin şümûlüne dahildir.
Daha önce üzerinde akit yapılmamış yeni akit mevzûlarının bulunması da "akitlerin yeni şekilleri" cümlesindedir.
Prof. Ebû-Zehra, güvenlik ve teminatın akitleşme mevzûu olmasını garip görüyor, şu yeni bedelli (ivazlı) akitlerin mevzûlarına ne diyecek: Bir taraf bir meblâğ ödüyor, karşı taraf da bir işi yapmaktan meselâ muayyen bir yerde bir binayı yapmak, dükkân açmak, fabrika inşâ etmekten vazgeçiyor. Bugün bunlar kanûnî hükümler içinde cereyân ediyor ve biz de İslâm hukukunda bunu meneden bir delîl bulamıyoruz?
İvazlı akitlerde firma unvanının akitleşme mevzûu olması mümkün oluyor da, kazâ ve tehlikelerin zararlı sonucundan -iktisadî yönden- emîn olmanın (ekonomik güvenliğin) akit mevzûu olması niçin mümkün olmuyor?
Sigorta akdinde, bir bedel karşılığında akitleşmeye müsait bir sâha olarak gerçekleşen teminatın, akdin mevzûu olmasına ne mâni vardır?
Şer'i naslardan hangisi akdin mevzûnun maddî bir şey olmasını gerektirmektedir?
Yalnızca akitleşme ile gerçekleşen bu iktisadî güvenlik ve teminatın akdin mevzûu olmaya elverişliliğini gösteren en açık delîl, akdin adına güvenlik verme akdi (akdu't-te'min, assurance) denmiş olmasıdır; bu dahi mezkûr akdin mevzûnun güven ve huzurdan ibaret olduğunu göstermektedir.
İslâm'da, devletlerarası anlaşma ve münasebetlerde bilinen ve tatbik edilen bazı sulh akitleri vardır; bir topluluk veya devlet, kendilerini koruması veya ona karşı güvenlik içinde bulunmak için İslâm devletine, cizye veya başka bir isimle yıllık bir meblâğ verir.
Bekçilik akdi dışında yukarıdaki anlaşma ve akitte prensip bakımından, muayyen bir tehlikenin vukûundan hâsıl olacak zararların telâfisinden emîn olmak, huzur içinde bulunmak için bir şeyler vermenin şer'an mümkün olduğunu -düşünen bir fâkihe- göstermez mi? Dolayısıyle bu güvenlik ve teminatın, medenî hukuk sâhasında yeni bir akitleşme mevzûu olmasının mümkün bulunduğuna delâlet etmez mi?
14. Ben de değerli Profesör Ebû-Zehra'ya bütün mehcûbiyetimle şunu söylemek isterim: Söz ve görüşlerin nakli emânettir; olduğu gibi nakledilmesi gerekir. Ben bekçilik akdinde akdin mevzûu güvenliktir demedim. Şüphesiz bu akdin mevzûu beklemektir ve bu bir iştir. Fakat bu işin, diğer hizmet akitlerinden farklı olarak tek eseri ve neticesi güvenliktir. Prof. Ebû-Zehra da sözlerimin bir kısmını birkaç satır önce nakletti. Ona baksın, tebliğ metninde ve ileride gelecek olan cevaplarımda, bu akdi delîl olarak kullanırken söylediklerime müracâat etsin; görecektir ki ben bekçilik akdinin güvenlikten ibaret olan netice ve gâyesini ele alarak ve bunu; husûsî bir akit ile, güvenliğe kavuşmak üzere para vermenin şer'an câiz olduğuna -birbirine okşadığı için -delîl getirmek istedim. Sigorta akdinde olan da bundan ibârettir.
15. Buhârî, Kitâb'ül-Büyû', 3; Tirmizî Kitab'ül-Kıyame 60.; Nasâi, Kitab'ül-Kudât, z.
* Türkiye'de de İslam'a uygunluğu ittifakla kabul edilen "üyelik sigortası" kurulması için bundan on yıl kadar önce Albaraka gurubu bir teşebbüste bulundu. Proje aşamasındaki tartışmalara biz de katılmıştık. Ne yazık ki laik devlet buna izin vermedi. H. K.
16. Hz. Ömer'in Müellefe-i kulûbdan maaş alanların maaşlarını kesmesinin sebep ve esası hakkında Prof. Ebû-Zehra'nın söyledikleri gerçeğin ta kendisidir. Hz. Ömer elbette Kur'ân'ın getirdiği bir hisseyi ilga etmedi ve edemez. İslâm'ın buna ihtiyacı olduğu için gönüllerini kazanmak üzere kendilerine verilenlere, ihtiyaç kalmadığını görünce vermedi. Bu Kur'ân nassının tam tatbikidir. Bunu "el-Medhalu'l-âmm..." isimli kitabımda, bütün teferruâtiyle açıklamışımdır. (52. fıkra ve dipnotları).
17. İbn Mâce, Bâb'ül-Hudûd: 5.
18. Münâkaşa celsesinde beni teyît etmek için bu görüşü ileri süren zât Mısırlı âlimlerden Prof. Abdurrahman İsâ'dır. Kendisi, aynı zamanda İslâm Hukuku Haftası'nda, sigorta mevzûunda konuşanlardan birisidir.
19. Tam aksine fıkıhtaki ce'âle akdi de ihtimale dayanan bir akittir. Burada önemli olan durum sadece ücret karşılığı yapılacak işin bilinmemesi değildir. Açıklayalım: Ce'âle, ücret veren (câil) ile hizmet borçlanan (mültezim) arasında yapılan bir akittir. Akdin mevzûu, ikincinin birincisi hesabına, neticesi kat'î olmayan (ihtimâle dayanan, gerçekleşeceği belli olmayan) bir işi yapmasıdır. Ödenecek bedel (cu'l) de bu muhtemel neticenin gerçekleşmesi şartına bağlıdır. Bunun benzeri, ücreti, iyileşme şartına bağlı olmak üzere bir hastanın tedâvîsi için bir doktorla anlaşmak, öğrenmesi şartıyle bir çocuğa bir öğretmen tutmak, bulmak şartiyle kayıp eşya için bir arayıcı kiralamaktır. Hasta iyileşmez, çocuk öğrenemez ve arayan, kayıp eşyayı bulamaz ise bir şey alamazlar. Su çıkması şartıyla bir kuyu kazma mevzûunda anlaşma (mücâ'ale) de bunun gibidir.
Fıkıh imamları ce'âle akdinin câiz olup olmadığı husûsunda ihtilâf etmişlerdir.
Ödenecek ücret (cu'l) belli olmak şartiyle imâm Mâlik câiz görüyor. Ebû-Hanîfe kabûl etmiyor. İmam Şâfîi'den ise müsbet ve menfî iki görüş naklediliyor.
Kabûl edenlerin delîli Yûsuf Sûresinde yer alan "... Onu getirene bir deve yükü verilecek ve ben buna kefîlim" meâlindeki âyettir. (Bak. Bidâyetü'l-müctehid, C. II, s. 196).
Görülüyor ki Ce'âle akdinde ihtimal unsuru, sigorta akdinden fazladır; yahut bunun gibidir. Bu sebeple Prof. Abdurrahman İsâ'nın onu delîl olarak göstermesi yerindedir ve isabetlidir.
20. Prof. Ebû-Zehra buraya şöyle bir not düşmüştür: Burada mekruh görüyoruz (nekrahu) demekten maksadım "onu helâl görmüyoruz" demektir. Geçmiş fukahâmızın ifade edebini takip ettik. Onlar; kesin delîl bulunmadıkça "haram" kelimesini kullanmazlardı.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: