HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


İkinci Prensip: Fâiz Yerine Ortaklık:
Birinci muallim Aristo'nun siyâsete dair kitabındaki bahis, fâiz hakkındaki en eski bahisler arasındadır. Aristo'nun oradaki görüşü şöyledir: Fâiz, meşrû ticarete girmeyen sun'î (düzmece) bir kazançtır. Muâmele üç kısma ayrılır:
a) Tabiî muâmele: Bir hayat ihtiyacını diğeri ile değiştirmek; elbise ile yiyeceği değiştirmek gibi.
b) Sun'î muâmele: Bir hayat ihtiyacının nakit ile mûbâdelesi; bu meşrû ticarettir.
c) Düzmece muâmele: Nakdi, satılan bir mal yerine koymak; halbuki nakdin fonkisyonu alış-verişte aracı, çeşitli eşya fiyatlarını anlamak için ölçü olmaktır. Onun alınıp satılan bir eşya hâline getirilmesi onu hedefinden saptırmaktır.
Hz. Musâ'ya nisbet edilen kitaplarda fâiz kesin olarak haram kılınmıştır. Hurûc kitabının yirmi ikinci bâbında şöyle denmiştir: "Eğer kavmime, yanında olan bir fakîre ödünç para verirsen ona karşı fâizci gibi olma."
Tesniye kitabının yirmi üçüncü bâbında da şu ifadeye yer verilmiştir: "Kardeşine fâizle ödünç verme; ne gümüşü, ne yiyeceği, ne de fâizle verilen başka şeyi."
Hıristiyanlığın ilk devirlerinden, kiliselerin Roma papalık kilisesinden ayrılmalarına ve reform hareketine kadar fâiz yasağı yayılmaya devam etti. Bütün kiliseler fâiz yasağında birleştiler. Luter daha da ileri giderek ticaret ve fâiz hakkında bir kitap yazdı; İslâm hukukunda ma'ruf olan selem ve benzeri birçok alış-veriş nevilerini haram kıldı.
İslâm, fâiz mevzûunda çok açık ve kesin hükümler getirdi; öyle ki bunları bilenlerin iki farklı görüşü olamaz.
Dinler yönünden durum budur.
İktisatçılara gelince; onlar da bu mevzû üzerinde duruyor ve iktisât ile ahlâk arasında bir ilgi bulunmadığı görüşünde ısrar ediyorlar. Onlar bazen fâizin mâhiyeti, bazen fâizin âdil olup olmadığı, bazı kere de iktisadî faâliyetler üzerindeki tesirleri etrafında münâkaşalarını yürütüyorlar.
Litz üç nazariyeyi yekdiğerinden ayırıyor.
1. Durgun bir iktisatta fâizi açıklama teşebbüslerini temsil eden nazariyeler grubu.
2. Hareketli ve dinamik bir iktisatta fâizi açıklama çabalarını temsil eden nazariyeler grubu.
3. Fâiz haddi için nakdî nazariyeler.
Bugüne kadar fâizin mâhiyeti üzerinde bir görüş birliği meydana gelmemiştir. Bilgin ve düşünürler bu mevzûa kesin bir cevap getirmeden yorulmuş ve fâizin miktarı, nevileri ve her nev'in iktisadî faâliyet üzerindeki tesiri üzerinde münâkaşaya koyulmuşlardır.
Ticaret eşyası veya nakit yönlerinden bakıldığında fâizin mâna ve mâhiyeti üzerinde anlaşma yoktur:
Eşya yönünden o, sermâye bedeli ve karşılığıdır ve bu karşılığın kesin olarak sınırlanması inkânsızdır; çünkü sermâye toprak ile işin, başka bir deyişle tabiat ile emeğin ortak mahsûlüdür.
Nakit yönünden fâiz likidite karşılığıdır (semen); fakat bu görüş de tenkitten âzade değildir. Çünkü insanlar kabûl edilmiş bir ilmî veya nazarî esasa dayanmadan bununla muâmele yapmış, daha sonra onu meşrûlaştırma ve kanunlaştırma yolunu tutmuştur.4
Bütün bu çelişiklik ve müphemlik karşısında ve İslâm'ın fâiz yasağı için koyduğu kesin sınır önünde, iktisat dünyasında fâizin karşısına çıkarılması mümkün olan alternatif ortaklıktan ibarettir. İşte mahallî tasarruf bankaları, birçok teknik, psikolojik, ekonomik, sosyal değerlerden, görüş açılarından hareket ederek bu prensibi (ortaklığı) benimsemiştir:

1. Psikolojik açıdan:
Şüphe yok ki İslâm insanının yöneliş ve davranışlarında, şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de gelenek ve kültür mirası hâkimdir. Milletin tabanını teşkil eden ekseriyetin temsil ettiği tip, binlerce yıldır kendine güvenmiş, Allah'a dayanmış (tevekkül) insan tipidir. Bu sebeple parayı çalıştırmak veya iş ortaklığı onun psikolojik eğilimlerine, diğer akit şekillerinden ve bilhâssa -toplumuna yeni giren, garip karşıladığı- fâizden daha uygun gelmektedir.
Ayrıca parayı çalıştırmayı da ihtivâ eden ortaklık prensibi, herkesin istediği adâlet çizgisine daha yakındır; bu ise halkın, direnmeden bankanın vazifesi etrafında toplanmalarını, halka teşkil etmelerini sağlıyor ki; bankanın işini başarmasında bunun hayatî önemi vardır.

2. İçtimaî ve iktisadî açıdan:
a) İktisatçılar hâlâ fâizin zarûrî olup olmadığında görüş birliğine varamamışlardır; fâiz haddi üzerinde de durum aynıdır. Bu böyle olunca ortaklık prensibini benimsemek için ortada bir engel kalmamış oluyor.
b) Ortaklık, üretim gücünü arttırmaya varan bir yardımlaşma şeklidir; ayrıca ortaklık, kredi kullanan üreticiye, rizikolar ve krizlere karşı cesaret ve dayanma gücü vermektedir. Beklenmedik olaylar karşısında toplulukların, fertlerden daha güçlü olduğunda büyük bir görüş ayrılığı yoktur.
c) Ortaklıkta gelir dağılımı bakımından adâlet vardır. İçtimaî ve iktisâdî şartlar, muayyen bir yatırımın kazancının artmasına sebep olabilir. Halbuki fâizli kredide kâr (fâiz) önceden bellidir. Öte yandan muayyen bir yatırımın kârı belli şartlar altında düşük olabilir; halbuki fâiz yine sabit ve bellidir. Bu durumda ortaklık yoluyla adâleti sağlamamızın, belli ve sâbit fâizle sağlamaktan daha mümkün, daha kolay olacağı açıkça ortaya çıkmaktadır.
d) Bankanın kredi alan müteşebbislere ortak olması, ilim ve tecrübesini de ortak olduğu projenin hizmetine koymasına sebep olmaktadır. Bu tecrübe ve bilgi yardımı üç fayda temin etmektedir: Projenin başarısını teminât altına almak. Topluma karşı borcunu ödemiş olmak. Bilgi ile çaba arasında birlik sağlamak.
e) Fâizle kredi veren bankaları birinci derecede ilgilendiren şey maddî teminâttır. Halbuki mahallî tasarruf bankaları hedefi itibariyle insanî ve içtimâîdir. Onun ilk aradığı şey ortak olacağı projenin sosyal yönü ile tatbik edileceği bölgeye faydasıdır. Projelerde bu sosyal ve insanî yönün ağır basması, ancak, bankanın kredi alan müteşebbisse ortak olması yoluyla temin edilebilir; bu yol ile müteşebbis hem teşvik, hem de teminâta aynı zamanda kavuşmuş olur.
f) Hem kazanç, hem de zararda karşılıklı kefâleti ihtivâ eden ortaklık bankayı -en azından itibarını korumak üzere- projenin başarısı için bütün gayretlerini sarfetmeye iter.
g) Bankanın mahallîlik (yerel, bölgesel olması) ile ortaklığı beraberce benimsemiş olması ona, iktisadî bünyedeki değişikliklere -organik yönden- uyum yapma ve ona göre şekillenme imkânını verir.

3. Teknik açıdan:
a) Bankanın ilk aşamadaki hedeflerinden birisi; tabanı teşkil eden topluluklara kredi eğitimi vermektir; sanırım bunun için en uygun kalıp sınırlı fâiz değil, istenen eğitimin semere vermesini sağlayacak olan ortaklıktır.
b) Fâizin çekici bir unsur olduğu iddiası bugüne kadar üzerinde birleşilmiş, kesin bir isbâta kavuşmuş değildir. Durum böyle olunca ve bankaların ilk dönemlerinde, mevdûâtın teker teker fâizini hesap etmek büyük bir idarî yük teşkil edeceğine göre; bunun yerine konacak en münasip usûl ortaklık sistemi olmaktadır.
c) Ortaklığın kazancı hiç şüphesiz sabit fâiz kazancından daha büyüktür; bu da bankanın idarî masraflarını kısa zamanda karşılayacaktır. Kapitalist ve sosyalist ülkelerdeki fâiz yapısını ve parçalarını verirsek tercihimiz, daha da kuvvet kazanacaktır.
Kapitalist ülkelerde banka %7 civarında bir fâizle kredi veriyor. Bu fâiz, farazî olarak şu parçalardan teşekkül ediyor:
%3 tasarruf ve mevdûât karşılığı. Burada ona ihtiyaç yoktur, çünkü fertlerin mevdûâtı fâizsizdir.
%2,5 riziko karşılığı. Bu da (sistemimizde) merkez dışı idare ve teknik etütler ile teminât altına alınmıştır.
%1,5 kâr. Bu da üretim geliri ile teminât altına alınmıştır.
Sosyalist ülkelerde fâizin işleyişini şöylece açıklamak mümkündür:
Marksistler fâizin adâlet ve insanlık ile bağdaşmayan bir unsur olduğunda ve kapitalizmin aşağılık bir eseri bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla beraber mezkûr felsefeye iman etmiş ülkelerde de bankalar vardır ve bu bankalar fâizle çalışırlar; hattâ mevdûât üzerine fâizin %5, 6, 7'yi bulduğu, borç faizin de -maksada göre değiştiği ve bazen- %2'ye ulaştığı görülmektedir.
İlk bakışta hükümler arasında bir çelişme göze çarpıyor; ancak bu zahirî çelişmenin perdesini kaldırmak üzere bazı gerçekleri ışık dairesine çekersek, sistemin -kendi içinde- tutarlılığı ortaya çıkıyor. Bu ülkelerde ferdin geçimi çeşitli sigortalarla karşılanmıştır. Miras yoluyla mülkiyet kabûl edilmemiştir. Fertlerin temel ihtiyaçlarının teminini devlet üzerine almıştır. Bununla beraber oralarda da üretim zarûretlerinin sebep olduğu gelir farkları vardır. Ferdin ihtiyaçları temin edilmiş olmakla beraber bu ücretler arası farklılık, fertler elinde bir fazlalık ve birikimin oluşmasına sebep olacaktır. Sistemi korumak için devletin hem bu fazlaya mâna verecek, hem de onu itici güç hâline getirecek bir yol bulması gereklidir.
Üretim ve tüketimin tam mânâsıyle plânlanması, miras yoluyla mülkiyetin tanınmaması sebebiyle, devletin önünde açık kalan tek yol bir yandan fâizi emecek, diğer taraftan fert nezdinde ona bir mânâ verecek olan "uzun ömürlü mâmullere" yatırım yapılmasıdır.
Böyle olunca bankaların alacaklı fâizini arttırması, başka teşvik faktörünün bulunmadığı bu yerlerde böylece fertleri hedefe yaklaştırması ve teşvik etmesinde devlet için hiçbir mâni yoktur. İşin sonunda devlet ne aldanmış ne de zarar etmiş olur. Görünüşte elde ettikleri fazla kazancı fertler fiilen uzun ömürlü mâmullerin artan fiyatlarına yatırmış olacaklardır. Bu ülkelerde sistemin sağlamlığını, içinde yaşayan fertlerin, onun hakkındaki şuurları, duyguları temin etmektedir. Bütün bunlar tutarsızlık ve gedik olmayan bir sistem çerçevesi ortaya koyuyor. Şöyle de söyleyebiliriz: Bu ülkelerde yükselen kazanç ve fâiz, ekonomik hayvanlarının önünde dolandırdıkları yeni doğmuş yavruyu temsil ediyor.
Öyle inanıyorum ki hepimiz, -münakaşasız olarak- bunlardaki mûtâlarıyle (verileriyle) de fâizin bize münasip düşmediğinde birleşiyoruz; çünkü ne sistemde ne de tatbik edildiği zemînde bize benzer bir taraf vardır.
Mısır'daki mahallî tasarruf bankaları denemesinin temelini teşkil eden bu iki prensibi takdim etmekle modelin felsefe, bünye ve sistemini arzetmiş oluyoruz. Bundan sonra mezkûr sistemin uygulanmasından beklenen iktisâdi, içtimâî ve eğitimle ilgili sonuçları arzetmek kalıyor. Bu da gelecek konferansın mevzûunu teşkil edecektir...


4. Daha geniş bilgi için bak. Fâiz Nazariyesi ve İslâm, çeviren: Doç. Dr. Sâlih Tuğ. 1. Baskı, s. 37 vd. (H.K.)


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: