HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |


İnsan haklarının güvencesi İslâmî değer ölçüleridir
Günümüzün gözde kavramlarından biri insan hakları. Özellikle dış platformlarda Türkiye'nin önüne bir ayıp olarak getirilen insan hakları ihlallerinin önlenme çaresi size göre ne olabilir?
Dış platformlarda Türkiye'nin önüne bir ayıp olarak getirilen insan hakları ihlalleri hem tanım, hem de kapsam itibarıyla eksiktir, tek yönlüdür ve çoğu kez hedefinden saptırılmıştır. Haddizatında insan hakları çerçevesine girmeyen bazı talep ya da davranışların insan hakkı olarak tellaki edilmesi, tanınması ve bunun ihlalinin durdurulması, Türkiye'ye dayatılabilmektedir. Kapsam olarak da eksiktir. Aynı ihlal, belli bir inanç veya ideoloji gurubuna yöneldiğinde, insan hakkı ihlali olarak telakki edilmekte ve bunun kaldırılması talepleri dile getirilmekte. Buna mukabil, bir başka inanç grubuna yönelik olduğunda da sükutla geçiştirilmektedir. Bu bakımdan, Türkiye'de şüphesiz mevcut olan insan hakları ihlallerinin ölçüsü dışardaki ve özellikle yanlı kurum ve kuruluşların değerlendirmeleri olmamalıdır. Uluslararası anlaşmalarla dile getirilmiş, vesikalara geçirilmiş, büyük çoğunluğuna İslâm'ın da katıldığı insan hakları vardır. Bu insan hakları ihlallerinin önlenmesi, bizim dışımızdakilerin meselesi değil, öncelikle bizim meselemiz olmalıdır. Türkiye'de yaşayan bütün inanç grupları, bütün cemaatler, partiler, siyasî ve gayrî siyasi kuruluşlar, insan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılmasının gerekliliğinde ittifak etmelidirler. İhlallerin önlenmesinin birinci çaresi bu ittifaktır. Böyle bir irade birliği oluşmaması halinde körlerin döğüşü devam eder, kargaşa devam eder; zulüm, haksızlık devam eder. Bu durumda herkes kendi hakkını görür, başkasının hakkını görmez hale gelir. Kendi hakkını savunurken, kendi hakkına yönelik ihlallerin ortadan kaldırılmasına öncelik verirken, başkasının hakkına zarar verebilir. Bunda başarılı olunmaz, zayıf düşer, hatta bazen çatışmalar sözkonusu olabilir.

İslâm'ın insan hakları alanında 15 asır önce ortaya koyduğu evrensel normların bugünkü Müslümanların hayatında yer bulmamasını neye bağlıyorsunuz ?
Bugünkü Müslümanların hayatında yer bulamayan İslâmî normlar ve hükümler, yalnızca insan haklarıyla ilgili olanlar değildir. İslâmî hayat bütün yönleriyle, şu ya da bu ölçüde ve bazı gruplarda daha çok, bazılarında daha az olmak kaydıyla, Müslümanların hayatında yoktur, yer bulamamıştır günümüzde. Bunu teorik olarak iki şekilde düşünmek mümkündür. Birisi "Bu doğrular, fert ve toplum olarak insan hayatına yahut en azından çağımızdaki insan hayatına uygun değildir. Çağımız insanlarının vücuduna uymayan bir elbise gibidir. Onun için hakkı da kalmamıştır. Vücud kendine başka elbiseler edinme yolunu tutmuştur. Yani, çağı geçmiş, devri geçmiştir." Teorik olarak bir böyle düşünülür, bir de aslında İslâm'ın koyduğu -insan hakları alanında olsun başka alanlarda olsun- evrensel normlar, hatta hususi hükümler, birincileri umumen insanlık için, ikinciler hususen Müslümanlar için uygundur. Amaca uygundur, insanların peşinde koştukları huzur ve mutluluğu da tekeffül etmektedir. Fakat insanlık bunun farkında değildir. Farkında olanların bunu hayatlarına geçirme cihetleri önünde birtakım engeller vardır. Bunlardan birincisine ben inanmıyorum. Yani, ebediyyen insanlığa yol göstermek için gelmiş olan bir dinin ve Kitâb'ının ve bu Kitâb'ı hem nefsinde hem de örnek bir cemiyette uygulayarak nasıl anlaşılması ve nasıl yaşanması gerektiğini göstermek için örnek insan Hazret-i Muhammed'in (s.a.) ortaya koyduğu nizamın değişime açık taraflarıyla insanlığın varlık amacına uygun olduğuna inanıyorum. Bunun aksini iddia edebilmek için, hem teorik, hem pratik, hem tarihten, hem günümüzden insanları ikna edebilecek bir delilin, bir kanıtın da olmadığını görüyorum. Yani, net ve kısa bir cümle ile ifade etmek gerekirse, İslâm'ı yaşamak isteyip de fert olarak başarısız olmuş, İslâm'ı hayatında bütünüyle uygulamak isteyip de, toplum olarak başarısız ve mutsuz olmuş bir örnek mevcut değildir. Denebilir ki, İslâm dünyası umumiyetle bugün 21. asra girmekte olan insanlık kervanının gerisine düşmüştür. Tabiî, bu ayrı bir bahistir, evvela bu "ileri, geri" kavramlarını konuşmak lazım. Hangi alanda geriye düşmüş olduğunu irdelemek, tahlil etmek lazım. İleri ucu temsil eden Batı'nın, ABD'nin nerelerde ileri, nerelerde geri olduğunu açık-seçik ortaya koymak lazım. Sâniyen, İslâm ülkelerine bir göz atmak ve onların hangi noktalarda geri, hangi noktalarda ileri olduğunu ortaya koymak; ve bu arada fert ve topluluk olarak birbirinden farklı Müslümanlar varsa, İslâm'ı yaşamak istedikleri ve yaşadıkları halde, birileri "ileride", birileri "geri" idiyse, o zaman bu işin yaşanmak istenen İslâm'dan değil, bunu yaşayanlardan ileri gelip gelmediği sorusuna cevap aramak lazım.
Bizim bugünkü sohbetimizde konumuz bu olmadığı için, sadece soruları va'zedip geçmiş olalım ve tekrar diyelim ki: Bize göre İslâm değişmeyen evrensel ilkeleriyle, prensipleriyle, hükümleriyle ve bunların ışığında, çoğu ictihatla üretilmiş olan, Müslümanların âlimlerinin ortaya koydukları çözümleriyle insanlık yaşadığı sürece, ona din olarak, ona hayat rehberi olarak bağlanmak gerekir.
Müslümanların bugünkü halleri, büyük ölçüde, İslâm'ı iyi anlayıp hayatlarında uygulayamamalarından kaynaklanmaktadır. Müslümanların hayatında insan hakları dahil diğer kaidelerin ve hükümlerin yer bulamaması bunu ifade ediyor. Sebebine gelince; bana göre, yine büyük ölçüde içeride eğitim eksikliği, dışarıda İslâm düşmanlığından kaynaklanır.
Bugün dünyada kurulu bir düzen vardır ve dünya düzenini kuranlar bu düzenin meyvalarının en büyük payını, pastanın büyük dilimini kendilerine ayırmışlardır. Buna razı olacak bir dünya nizamı ve dünya insanları istenir. Onların akordunu bozan, onların düzenini bozan bir sesin veya bir "olmaz"ın, bir itirazın olmaması gerekir. Halbuki İslâm'ın temel sözü "Lâ ilâhe illallah"dır; bu iki unsurdan oluşuyor, "Lâ ilâhe" kısmı, "hayır, olmaz" ifadesini dile getiriyor ve duruşunu temsil ediyor; "İllallah" ise "doğru olan, gerçek olan budur" kısmını dile getiriyor ve o duruşu ifade ediyor. O halde, İslâm toplumları dünyada olup biteni "Lâ ilâhe" ve "İllallah" ölçülerine vurmak durumundadırlar. Bazı düşünce ve eylemlerin karşısında durmak, onlara itiraz etmek, onlara "hayır" demek durumundadırlar. Bu ise onların akordunu bozuyor. Bu sebeple bu düzeni bozacak unsurları ya tamamen ya da kısmen ortadan kaldırmak, dişlerini, tırnaklarını sökmek, seslerini kısmak, dişlerini sökmek gerekmektedir. Onları elsiz, pençesiz, sessiz, tırnaksız, dişsiz aslanlar, hayvanat bahçelerinde uslandırılmış aslanlar haline getirmek istemektedirler.
İşte bu iki âmilin Müslümanların hayatında yeralmasında önemli iki engel teşkil etmektedirler. Bu iki engel olmasaydı bugün Müslümanlar İslâm'ı doğru anlayıp uygulasalardı, buna uygun siyasî, hukukî, ekonomik, ahlâkî bir toplumsal yapı oluşurdu. Böyle bir yapı içerisinde, mesela Hulefâ-i Râşidîn döneminde olduğu gibi toplumun en tepesindeki kişiden fonksiyonu, işi vazifesi itibarıyla daha aşağıda bulunan kişiye kadar herkes hak ve vazifesine sahip çıkardı, Kuvvetli, gücüne dayanarak zayıfın hakkını ihlal edemezdi. Zayıf, güçsüzüm diye hak talebinden vazgeçmezdi. İslâm'da işte bu anlamda ve bu çerçevede insan haklarının -İslâm'a inananı veya inanmayanı ile- İslâm ümmeti içerisinde yaşadığı dönemler olmuştur, bu yine olurdu.

Bazı çevreler İslâm'da insan haklarının olmadığını veya eksik olduğunu ileri sürüyorlar. Ortada Peygamber Efendimiz'in Veda Hutbesi gibi bir anıt varken ortaya atılan bu iddialara Müslümanlar'ın mevcut yaşayışları yol açıyor olabilir mi?
Evet, ortada Veda Hutbesi gibi bir anıt var, onun yanında aslında Veda Hutbesi'ni çerçeveleyen Kur'ân-ı Kerim var. Onun yanında Kur'ân-ı Kerim'de ve Veda Hutbesi'nde söylenenleri kendi kurduğu devlet ve cemiyette uygulamış olan Allah Resulü'nün (s.a.) ortaya koyduğu örnek var. Daha Medine şehir devletinin oluşmasından başlayan ve Veda Hutbesi'nin irad edildiği ve Efendimiz'in dünyadan ayrıldığı zamana kadar devam eden müstakil İslâm devlet ve toplumundan yaşanan örnekler var. Bu örneklere bakıldığı zaman İslâm'da insan haklarının olmadığını söylemek için kör ve sağır olmak gerekir. Ancak, İslâm'da insan hakları anlayışıyla İslâm dışında, bugün genellikle kabul edilen ve bireysel özgürlükten hareket eden, insanı temel alan, hakkı vurgulayan ama ödev ve vazifeyi vurgulamayan hak anlayışı arasında fark vardır. Fark olduğu söylenebilir; ama İslâm'da insan haklarının olmadığı söylenemez. Bu, ya cehaletten ya da kastî gafletten, yani görmezlikten gelmekten neşet etmiş olur.
Bahsettiğiniz bu iddia, yani İslâm'da insan haklarının olmadığı iddiası, Müslümanların yaşayışlarından kaynaklanmış olabileceği gibi, yukarıdaki soruların cevabında temas ettiğimiz kastî müdahale ve saptırmalardan da kaynaklanmış olabilir. Bu saptırmaların başında insan haklarıyla ilgili tarihî ve teorik araştırmalarda bilgi eksikliği vardır. Mesela buralarda insan haklarından bahsedilirken oldukça geç dönemlerden bu kavram başlatılır. Mesela 1215'te dönemin İngiltere kralının ilan ettiği "Magna Carta" büyük fermanı ile başlatılır. Magna Carta'nın başında "İngiliz kilisesinin özgür olacağı, haklarının kısıtlanmayacağı ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağını temin ederiz" cümlesi bulunmaktadır. Demek ki bütün dinler için bir din ve vicdan hürriyetinden bahsedilmek yerine İngiliz Kilisesi'ne yönelik özgürlük ve haklar bahse konudur. Onun dışındaki maddelerde de Kral'a, daha ziyade asiller lehine, bazı hak ve tasarruflara kısıtlamalar getirmektedir. Halbuki bunun tarihi 1215... Bundan aşağı yukarı bir 600 yıl kadar geriye gidildiğinde, Resulullah Efendimiz (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret ediyorlar. Bu hicreti takip eden yıl, bilindiği gibi, Medine şehir devleti oluşuyor ve burada "Medine Vesikası" diye anılan, bir mânada ilk yazılı Anayasa ilan ediliyor ve uygulanıyor. İşte bu Anayasa'da Peygamber Efendimiz'in oluşturduğu topluluk içinde, müşrikler vardır, Müslümanlar vardır ve Yahudiler vardır. Bilahare yapılan anlaşmalarda, aynı haklar Hıristiyanlara da bahşedilmiştir. O halde, aslında dünyada ilk defa Medine Site Devleti Anayasası'yla, dinleri, inançları ne olursa olsun, insanların bir arada bir topluluk, bir ümmet oluşturmaları, sözleşmelere, hak ve hükümlülüklere dayalı bir yönetim kurmaları uygulaması ortaya koymuştur.

İslâm'ın insan hakları alanında eksik bıraktığı konunun kadın eşitliği olduğu iddialarını da bu bağlamda değerlendirmek mümkün mü?
İslâm'ın insan hakları alanında bir konuyu eksik bıraktığına ben katılmıyorum. Şundan katılmıyorum: İslâm kendi sistemi çerçevesinde, kendi bağlam ve bağlantılarında ideal insan haklarını ilke olarak ve kısmen de örnek ve detay olarak ortaya koymuştur. Orada örnek ve detay olan noktalarda eksiklik olabilir, hatta örneklerde tarihîlik olabilir. Fakat zaten bu detaylar ve örnekler İslâm'ın insan hakları hukukunu oluşturmak üzere ya da insan hakları listesini değişmez bir şekilde vermek üzere ortaya konmamıştır. Asıl temel hükümlere ve ilkelere bakmak icabeder. Bugün, adına "İnsan hakları bildirgeleri" denilen bildirgelere ve onlara dayanılarak yapılan çalışmalara baktığınızda, bahis mevzuu edilen insan hakları ile İslâm'ın ilkelerini ve örneklerini karşılaştırmak icab eder ve bugün mevcut olan insan hakları ilkelerinin bu ilkelere uyup uymadığına, hatta bu çerçeveye girip girmediğine bakmak icabeder. İşte böyle bir yaklaşımla İslâm'da insan haklarına eğildiğimizde orada böyle bir eksiklik görülemez. Neyi söylemek istiyorum: İslâm'ın insan anlayışı mesela hümanistlerin, mesela materyalistlerin, mesela egzistansiyalistlerin insan anlayışına uygun mudur, sorusunu sorduğunuzda; uygun değildir, cevabını alırsınız. İslâm'ın insan anlayışı veya bu söylediğim çerçevelerdeki insan anlayışına uygun değilse, o zaman sözkonusu olan hak ve ödevlerde de birtakım farklılıkların bulunması tabiî olur. İşte İslâm'da kadın haklarına da bu açıdan bakmak gerekir.
İslâm bir mü'min için dünyada belli bir formasyona girilmesini, bir kemâle gelmesini öngörmüştür, bunu talep etmektedir. İşte bu talebin gerçekleşmesine uygun haklar ve ödevleri ona vermiştir. Burada hem İslâm'ın talepleri, hem insanın yaratıcısının insana verdiği -kadınıyla, erkeğiyle-, kimi eşit, kimi farklı olan kabiliyet ve istidatlara bağlıdır. İşte bugün bazılarının kadın hakları bakımından olumsuz gibi gördükleri farklı haklar ve yükümlülükler aslında, erkeğiyle-kadınıyla birbirini tamamlayan İslâm insanı gözönüne alındığında, bir eksiklik olarak, bir hak kısıtlaması olarak gözükmez. Tabiî ben bunu tamamen teori bazında söylüyorum, tarihî uygulamalar burada beni ilgilendirmiyor. Yani tarihte kadınlar İslâm'ın onlara tanıdığı bir takım haklardan mahrum olmuşlarsa, cemiyette üçüncü sınıf insan olarak telakki edilmişlerse, kafeslerin arkasına hapsedilmişlerse, cahil bırakılmışlarsa, erkeklerin hegemonyasına, otoritesine terkedilmişlerse bunun İslâm ile hiçbir alâkası yoktur. Bu tamamen tarihî örf ve âdetlere bağlı anlayışlar ve uygulamalardır. Bizi burada ilgilendiren bunlar değildir, bizim için ölçü olan Kur'ân-ı Kerim, Sünnet, bu sohbetin başında söylediğim vesikalar ve Resulullah ile Hulefâ-i Râşidîn döneminde yaşanmış olan uygulamalardır. İşte oralara bakıldığında İslâm'da kadınlı erkekli bir toplum hayatı olduğunu, insanlara verilen haklarda kadınlarla erkeklerin tamamen eşit olduklarını, kadınla erkeğin önünde bir serbest yarış pistinin açık olduğunu, her iki cinsin de onlar için mukadder olan kemale koşmada eşit şartlara sahip bulunduklarını, bir çifti düşündüğünüz zaman, biri kadın, biri erkek, bu pistte daima kadının erkeği, erkeğin kadını geçme şansının olduğunu görürsünüz.

İslâmî değerlerin geçerli ve egemen olduğu bir toplumda gayrimüslimlere tanınacak haklar arasında düşünce açıklama özgürlüğünün de olup olmayacağı yolundaki tartışmalara sizin bakışınızı öğrenebilir miyiz?
İslâmî değerlerin geçerli ve egemen olduğu bir toplumda hem gayrimüslimlere, hem de sünnî olan İslâm inancı ve İslâm anlayışı dışında kalan ve teknik olarak kendilerine "sapmış mezhepler" ya da "bid'at mezhepler" denilen İslâmî gruplara düşünce açıklama özgürlüğü tanınmıştır. Doğrusu bu hak ve hürriyeti de sadece düşünceyi açıklama şeklinde kısıtlı ve sınırlı olarak almak uygun değildir. Çünkü, İslâm'da insan hakları konuşulurken, İslâm'a göre hem gayrimüslimler, hem de "Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat" dediğimiz İslâm çoğunluğunun dışında kalan grupların inanışlarına da yalnızca düşünceleri açıklamak değil, aynı zamanda buna göre düşüncelerini uygulama, eğitim ve öğretimini yapma hakları da tanınmıştır. Kısıtlanan husus, sadece bir yerde örgütlenip, güç edinip, mesela silahlanıp, başka grupların hak ve özgürlüklerini kısıtlamak üzere eyleme kalkışmaktır. Bu yapılmadığı sürece, ta ilk devirlerden, mesela Hz. Ali (r.a.) zamanında ortaya çıkan Hâricîlerden günümüze kadar örnek uygulamaların varolduğu tarih ve coğrafyalarda bu söylediğim farklı inanç gruplarına hem inandıklarını ve düşündüklerini açıklama hem de yaşama ve örgütlenme hakları verilmiştir.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Makale | Sonraki Makale | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: