HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Yazarın Önsözü

İçinde yaşadığımız zaman kadar, fikrî yönden perişan bir zamana raslamak gerçekten nadir olur. Biz yalnız, bizden evvelkilerin ihtiyaç duymadıkları çözümlere muhtaç problemlerle karşı karşıya bulunmakla kalmıyoruz; aynı zamanda problemler, bugüne kadar alıştıklarımızdan tamamen farklı yönlerde ortaya çıkıyor. İnsan cemiyetleri her yerde mecburen esaslı ve köklü bir değişim geçiriyor. Bu değişim, yer yer (şehir şehir) değişiyor; ancak bu arada görüyoruz ki, her yerde insanların durup düşünmelerine imkân bırakmadan onları önüne katan bir kuvvet var.İslâm dünyası da bundan müstesnâ değildir.
Bu arada yine görüyoruz ki bazı eski âdet ve görüşler, tedrîcen gizleniyor, sonra yeni şekillere bürünerek ikinci defa ortaya çıkıyor. Bu gelişme nereye kadar varacak ve nerede duracaktır? Ne dereceye kadar İslâm'ın kültür dâvasıyla bağdaşabilecektir?
Bu kitap, bu soruların hepsine en uygun cevabı verme iddiasında değildir. Çünkü onun dar çerçevesi, bugün Müslümanların karşılaştıkları problemlerden ancak bir tanesini içine alabilecektir: Avrupa medeniyyeti karşısında Müslümanların alması gereken durum ve tutum!
Konunun genişliği, İslâm'ın temel cihetlerini ve bilhassa sünnetle ilgili tarafını, incelememizin için ele almayı gerektirdi. Büyük ciltler isteyen bir dâvayı burada çok kısa ve basit bir şekilde arzetmekten başka birşey yapmam imkânsızdı. Fakat ümit ediyor ve güveniyorum ki bu kısa icmâl, bu önemli mesele üzerinde başkalarını daha fazla düşünmeye sevketmek suretiyle inkişaf edecektir.
Şimdi biraz kendimden bahsetmem gerekiyor. Çünkü İslâm'ı sonradan kabul etmiş bir mühtedi kişi kendilerine hitap edince, onun İslâm'ı nasıl ve niçin kabul ettiğini bilmek Müslümanların hakkıdır.
1922 yılında memleketim olan Avusturya'dan Avrupanın belli başlı birkaç gazetesinin muhabiri sıfatıyle, Afrika ve Asya'yı dolaşmak üzere ayrıldım. Bu andan itibaren hemen hemen bütün vakitlerimi Müslüman Doğu'da geçirdim. İlk zamanlar karşılaştığım milletlerle ilgim, yabancı bir insanın ilgisi gibiydi. Buralarda, Avrupa'dakinden tamamen başka bir dünya görüşü ve sosyal nizam gördüm. Seyehatın başlangıcından beri Avrupa'daki seri makine hayatıyle karşılaştırıldığı zaman daha sâkin -yahut istersen daha insânî diyelim- bir hayatı idrâke kendimde bir meyil başladı. Sonra bu meyil beni, iki hayat arasındaki bu değişikliğin sebepleri üzerinde düşünmeye sevketti.
Böylece, İslâm dininin esaslarını öğrenip incelemeye büyük önem vermeye başladım. Ancak bu meyil, bahsettiğim sırada beni, İslâm'ın kutsî kucağına çekmek için kâfî değildi. Bununla beraber mezkûr meyil, mümkün olduğu kadar az bir iç anlaşmazlık ve imkân dahilinde büyük ve gerçek bir kardeşlik duygusu taşıyan, yeni bir insânî hayat nizamının mümkün olduğuna dair yepyeni bir görüşü bana sunmaya yeterli idi.
Durum ne olursa olsun bugünkü İslâmî hayat (Müslümanların yaşayışı) tatbikatta, İslâm dîni esaslarının sunduğu ideal imkânlardan çok uzak görünüyor. Meselâ bu cümleden olarak İslâm'da ilerleme ve canlılık olan herşey bugün Müslümanlar arasında gerileme ve donma haline dönmüş; daha önce İslâm'da iyilik ve dîğergâmlık olan herşey bugün egoizm ve düşük hayat sevgisi olmuştur.
Bu keşif bana cesaret vermekle beraber, mâzî ile hâl arasındaki bu açık uzaklaşma beni şaşırtıyordu. Bu sebeple, önümde beliren şu probleme, daha bir alâka ile yaklaşmayı denedim: Kendimi, İslâm'ın kucakladığı kişilerden biri gibi tasavvur ettim. Bu, sırf akla bağlı bir tecrübe olduğu halde, bana en uygun çözüm yolunu kısa zamanda açtı. Kesin olarak anladım ki Müslümanlar arasındaki bu içtimâî ve kültürel çözülüş ve çöküşün, başka değil, yalnız bir sebebi vardı; bu sebep, Müslümanların yavaş yavaş İslâmî esasların rûh ve mânâsına uymayı terketme yolunu tutmuş olmaları gerçeğine varıyordu. Bunun sonucu olarak İslâm yine var olmakta devam ediyordu; fakat rûhsuz bir ceset gibi.
Bundan önce İslâm dünyasının kuvvet ve kudretini var eden unsur, bugün Müslümanların zayıflamalarından da mes'uldür. Çünkü İslâm cemiyeti, baştan itibaren dînî temeller üzerine kurulmuştur. Bu temelin zayıflaması, zarurî olarak ondaki kültürel yapının da zayıflaması sonucunu vermiş, hattâ tamamen çökmesine sebep olmuştur.
İslâm'ın esaslarını -Müslümanların tatbikinden değil de- doğrudan doğruya onun ta'lîmatından daha iyi anladıkça, amelî bakımdan büyüklüğünü kavradıkça Müslümanların yaşayışlarında onu tamamen tatbik etmeyi niçin terkettiklerini soruşturma merakım arttı. Trablusgarb'tan Pamir yaylasına, İstanbul Boğazı'ndan Arap (Umman) Denizi'ne kadar her yerde rasladığım mütefekkir Müslümanların hepsiyle bu meselenin münakaşasını yaptım. Bu, benim rûhî derdim haline geldi ve sonunda, kültür bakımından İslâm dünyasının -dikkatimi çeken- diğer taraflarına galebe çaldı. Sonra ayni dâva üzerindeki meylim daha da şiddet kazandı; öyle ki, bir gayr-i müslim olduğum halde İslâm'a acıyarak, bizzat Müslümanlara, İslâm'ı terkettikleri ve bu yüzden gerilediklerini söylemeye başladım.
Ruhumdaki bu gelişme pek açık değildi. Nihayet, 1925 sonbaharının bir gününde Afganistan dağlarında iken genç bir vali beni şu sözlerle karşıladı: "Sen Müslümansın, ancak bunu kendin bilmiyorsun." Bu sözler bana tesir etti, fakat sükût ettim. 1926'da tekrar Avrupa'ya dönünce, bu meylimin tek mantıkî neticesini "İslâm'ı kabul etmekte" buldum.
İslâm'ı kabulümle ilgili bu kadar hâl bilgisi burada kâfîdir.
O günden beri bana şu soru tekrar tekrar sorulmuştur: İslâm'ı niçin kabul ettin? Onun bilhassa seni çeken tarafı nedir?
Burada itiraf etmeliyim ki, bu soruya tam cevabı bulamıyorum. Beni, onun esaslarından yalnız birisi kendine çekmiş değildir. Beni çeken, onun hayret veren bütünlüğü, amelî hayat yolunda tefsirini bulamıyacağımız yüksek âhlâkî ta'lîmatının sımsıkı ve düzenli yapısıdır.
Bugün, "onun hangi tarafı beni daha çok kendisine çekmiştir?" bunu söyleyemiyorum. Çünkü bana göre İslâm, eksiksiz bir binadır. Her parçası, birbirini bütünlesin ve tutsun diye yapılmıştır. Ne ihtiyaç duyulmayacak bir şey, ne de eksik bir taraf vardır. Bütün bunlardan, düzenli ve sağlam bir kuruluş meydana gelmiştir.
Belki de "İslâm'da vazife ve talimât olarak ne varsa hepsi yerli yerine konmuştur" diye ifade edebileceğim şu duygu, rûhumda en çok müessir olandır.
Belki bütün bunlarla beraber, bugün benim için tahlili güç olan başka müessirler de vardır! Kısaca bu bir sevgi meselesidir. Sevgi ise meyillerimiz, yalnızlığımız, yüce hedeflerimiz, kusurlarımız, kuvvet ve za'fımız... gibi bir çok şeylerden teşekkül eder. Benim de durumum böyledir.
İslâm gece karanlığında eve giren hırsız gibi bana geldi fakat o hırsızlara benzemez; çünkü bana, devamlı kalmak için geldi.
Bu andan itibaren İslâm'dan gücüm yettiği kadarını öğrenmek için gayret sarfettim. Kur'ân-ı Kerîm'i, Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in hadislerini, İslâm dilini, İslâm tarihini, İslâm hakkında -leh ve aleyhte- yazılan pek çok eseri okudum ve inceledim.
Arap aslından olan Peygamberimizin (s.a.) daveti başlattığı asıl dinî muhît ile kalbimin ülfetini sağlamak için -çoğu Medine'de olmak üzere- beş yılı Hicaz ve Necid'de geçirdim.
Hicaz, her mıntıkadan gelen Müslümanların toplantı ve buluşma yerleri olduğu için, bugün İslâm dünyasına hâkim olan dinî ve içtimâî görüşlerin çoğunu karşılaştırma imkânı buldum.
Bu inceleme ve mukayeseler bende şu sarsılmaz inancı var etti: Müslümanların gerilemesinin sebep olduğu bunca engellerin hepsine rağmen İslâm, hâlâ beşerin tanıdığı en büyük uyarıcı ve kalkındırıcı kuvvet olarak devam etmektedir.
Böylece, o andan itibaren İslâm'ı, yeniden -hayat sahasında- diriltmek meselesi, çerçevesinde bütün arzularımın toplandığı mesele haline geldi.
Şu kitap, bu büyük hedefe doğru atılmış mütevazi bir adımdır. Bununla dâva, bütün meselelerin, şahsî duygulardan uzak bir hülâsasına kavuşmuş olmuyor. Bu, bana göründüğü gibi durumun bir arzı, Garb medeniyyeti karşısında İslâm'ın hâlinin bir analizidir.
Bu kitap, faydası az olsun çok olsun, İslâm'ı, sosyal bünyeye sokulmak için yardımcı bir "istismar âleti" olarak kullananlara yazılmış değildir.
Bu kitap, Rasûlullah (s.a.)'ın ashabının gönüllerinde yanan ateşten bir kıvılcım, hâlâ gönüllerinde yaşamakta olanlar için yazılmıştır. Sosyal nizamı ve kültürel terakkisi ile İslâm'ı geçmişte büyük yapan işte bu alevdi.
M.ESED


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: