HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


B- FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Bu devrin Fıkıh ilmi ve hukukî hayat bakımından hususiyetlerine daha yakından bakılınca şu noktaları seçmek mümkündür:

1- Taklîd Ruhu:
Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte "taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
Bu devrede yaşamış büyük fukahadan Ubeydullah el-Kerhî'nin (v. 340/951) şu sözü bu rûhu tam olarak aksettirmektedir: "Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te'vil edilmiştir yahut da mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te'vîl edilmiş, zâhirî mânasıyle alınmamıştır, yahut da hadîs mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır."(3)
Kerhî'nin demek istediği şudur: Nas ile mezheb çalıştığı zaman biz mezheb hükmünü alır, onu uygularız.
İbn es-Sübkî'nin naklettiğine göre İmamu'l-Haremeyn'in (v. 478/1085) babası Abdullah b. Yûsuf el-Cüveynî (v. 438/1046), "el-Muhît" isimli bir fıkıh kitabı yazmak, bunu yazarken sahih hadislere tâbi olmak, mezhebe (şâfiî) bağlı kalmamak ve mezheb taassubundan uzak durmak istemiştir. Kitabın ilk üç parçası el-Beyhaqî'nin (v. 458/1066) eline geçmiş, okuduktan sonra meüllifi Cüveynî'ye uzun bir mektup yazmıştır.(4) Bu mektubunda Beyhakî, müellifin bazı zâhullerine işaret ederek "İmam Şâfiî'nin terkettiği; yani âmel etmediği, delil olarak kullanmadığı hadîslerin gizli kusurları olduğunu, hadîsler ile amel etmenin ona mahsus bulunduğunu" kaydetmiştir. Bu mektup üzerine el-Cüveynî kitabını yazmaktan vazgeçmiştir.
Halbuki İmam Şâfiî "Sahih hadîsi bulunca benim sözümü atın, benim mezhebim -sizin bulduğunuz- sahih hadîstir." demiş, bizzat kendisi Ahmed b. Hanbel gibi mutemed hadîs bilginlerinden faydalanmış, sahih hadîse tesadüf ettiklerinde kendisine bildirmelerini istemiştir.(5)
Bu iki söz ve davranış birbiriyle karşılaştırıldığı zaman ictihad hürriyeti veya taklîd rûhu bakımından iki devir arasındaki fark açıkça görülmektedir. Bu farkı doğuran; ictihadın durmasını, taklîdin yayılmasını intâc eden âmillere gelince:

a) Yetişkin talebe:
Talebenin hocasına bağlılığı tabîîdir. Kendisinden ilim ve feyiz alınan kişi sevilir, sayılır, onun söz ve görüşlerinin tesbitine itinâ edilir. Öte yandan halk dînî problemlerini halletmek için âlimlere başvurmak mecburiyetindedir.
Bu âlimler hocalarını sayıp, onların reylerine dayanınca dolayısiyle halk ve idareciler de hocaların hocasına bağlanır. İşte mezheb sahibi müctehidlerin çoğunun bu neviden iyi yetişmiş talebesi olmuştur. Bunlardan bir kısmının devlet idarecileri yanında nüfuzları, kadıların tayininde muayyen mezheb salîklerinin tercihine -daha açık bir deyişle- onların tavsiye ettiklerinin kadı tayin edilmesine âmil olmuştur. İşte bu müctehid ve onun mezhebi rûhlarda bu ölçüde büyüyünce birisinin ortaya çıkarak "mutlak müctehidim, benim de mezhebim var" demesi veya böyle davranması mesele olmaktadır. Buna cesaret edemiyenler ictihadlarına, bir mezhebe bağlanarak; yani bir müctehidin metodunu benimseyerek devam etmişlerdir ki, bu nevi ictihad (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.

b) Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları:
Mezheplerin yerleşmesinden önce kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare etmeleri isteniyordu.(6) Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı vardı.
Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.
Ayrıca bazı devlet başkanları ve ileri gelenlerinin herhangi bir mezhebi benimsemiş olması da bu mevzûda önemli rol oynuyor; o memlekette kadılar, benimsenen mezheb ulemasından seçiliyordu. Bu cümleden olarak Selçuklular daha çok hanefî mezhebini tervic etmişlerdir. Ebû Yûsuf'tan beri Abbâsîlerin aynı mezhebe meyilleri ile Selçuklu devletinin siyasetine ve bünyesine uygunluğu bu tercih ve rağbette rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in vezîri el-Kundurî'nin eş'arî ve şâfiîleri takip ve tazîb siyasetine son vererek şâfiî âlimlerin memlekete avdetlerini temin eden vezîr Nizamü'l-Mülk'ün bu davranışı şâfiî mezhebine de Selçuklu devleti sınırları içinde hayat hakkı tanımıştır.(7) Doğu'da Gazneli Mahmud b. Sebüktekin, Batı'da (Mısır) Selâhaddin el-Eyyûbî de şafiî mezhebi için aynı imkânı sağlamışlardır.
Sultan veya eşraftan birisi bir medrese yaptırıp ona muayyen vakıfları da bağladıktan sonra tedrîsin muayyen bir mezhebe tahsisi âdet haline gelmiş, mezheblerin ve taklîdin yerleşmesine bu da kuvvetli bir âmil olmuştur.(8)

c) Tedvin:
Yukarıda da temas edildiği üzere bazı mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti. Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur. Nitekim İmam Şâfiî buna işaret ederek şöyle demiştir: "el-Leys b. Sa'd, Mâlik'ten daha kuvvetli bir fıkıh bilginidir; fakat onun talebe ve tâbileri mezhebine -mâlikîlerin İmam Mâlik'e yaptığı- hizmeti yapamamışlardır."(9)


3. el-Kerhî, er-Risâle, (İst., ts.) s. 84.
4. Mektubun metni için bak. İbn es-Sübkî, Tabakâtü'ş-Şâfiîyeti'l-kübrâ, Mısır, 1967, C. V, s. 77-90.
5. H. Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 161 vd.; İctihad, "İctihad Ehliyeti" bahsi.
6. Hz. Ömer'in Ebu Mûsâ ve Şurayh'a yazdığı mektuplarda bu prensibi aksettiren kuvvetli satırlar vardır.
7. İ. A. "Selçuklular" maddesi, s. 403; İbn es-Sübkî, age., C. III, s. 393 vd.; İbn el-Esîr, el-Kâmil, C. X, s. 31, 209.
8. Ebû Şame, Muhtasaru Kitâbi'l-Müemmel, Mısır, 1328 (mecmûa), s. 26; eş-Şâ'rânî, el-Mîzân, Mısır, 1318, C. I, s. 32.
9. el-Hudarî, age., s. 329.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: