HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Diyanet ve Dindara Baskı Üzerine18

Efendim, Diyanet İşleri hakkındaki görüşlerinizi belirtip, bugünkü konumu hakkındaki düşüncelerinizi anlatır mısınız? Bugünkü konumu ve işlevi, istenen asıl konumu ve işlevi midir?
İslâm'da teorik olarak ve ilk uygulama çağında din eğitim ve öğretimi ile dînî hizmetlerde rehberlik belli insanların görevi olmamış, bunun için devlet tarafından maaşlı personel istihdam edilmemiş, bu hizmetlerden bütün ümmet sorumlu tutulmuş, ilmi ve eğitimi uygun olanlar ümmet adına ve Allah rızâsı için bu hizmetleri yürütmüşlerdir. Eğitim, öğretim ve diğer dînî hizmetleri yürütenler aynı zamanda bir başka iş tutarak geçimlerini temin edemez duruma düşerlerse devlet, özel fonlardan ve bütçeden bunların geçimlerini sağlıyor, halkın doğrudan yardımı ile geçinmeleri, görevlerini ve hizmetlerini menfî yönde etkileyeceği için buna meydan verilmiyordu. Saltanat devirlerinde iman, ahlâk ve dînî heyecanın zayıflaması, mezkûr hizmetlerin kapsamının genişlemesi, bütçeden bu hizmetleri yürütenlerin geçimlerinin sağlanması uygulamasının terkedilmesi, bütün bu sebeplerle dîn hizmetlerinin aksaması, hizmetlerin belli kişiler tarafından ücret karşılığı yapılmasını zarûret hâline getirmiş, ulemâ da bunun cevazına fetvâ vermişlerdir. Zaman içinde müezzin, imam, vaiz, müftü, kadı, Kur'ân öğreticisi, müderris, şeyhülislâm gibi hizmet elemanları ortaya çıkmış, hizmetler teşkîlâta kavuşturulmuş, hizmet elemanlarının kimi geçimini, hizmet verdiği kimselerden aldığı ücretle, kimi de -zaman zaman- devletten aldığı maaşla sağlamış, bu arada vakıflar da devreye girerek geçime ve hizmete önemli katkılarda bulunmuştur. Din öğretiminden çok eğitiminde tasavvuf ve tarikatlerin de büyük rolü olmuş, tasavvuf eğitimcileri (pir, mürşit, şeyh..) hizmeti genellikle ücretsiz yürütmüşler, geçimlerini de çeşitli yollardan sağlamışlardır.
Kazâ sâhasını ayırdığımız zaman diğer hizmetlerin; yani örgün ve yaygın din eğitimi, öğretimi ve diğer dînî hizmetlerin bugün de ülkemizde devam ettiğini, bu hizmetleri yürüten elemanların devlet bütçesinden maaş aldıklarını, bu arada az da olsa halkın desteği ile mezkûr hizmetleri yürüten elemanların da bulunduğunu görüyoruz. Bir toplum içinde müslümanlar bulunduğu müddetçe din hizmetlerine de ihtiyaç bulunacak, rejim ne olursa olsun bu hizmetler yürütülecektir. Hizmetin düzenli, yeterli ve amaca uygun olması başıbozuk olmamasına, bir teşkîlât içinde nizamlanmış bulunmasına bağlıdır. Bu teşkîlât ve nizâmın devlete (hükûmete) bağlı bulunması, yalnızca lâik sistemlerde değil, şerîat devletlerinde de problemlere sebep olmuştur. Çok kısa süren gerçek hilâfet döneminden sonra saltanat devirleri boyunca hükûmete bağlı din ve ilim görevlileri ile bağımsız din ve ilim görevlileri bulunmuş; siyâset, menfâat ve samimi inançtan kaynaklanan taraf tutmalar, ihtilâflar ümmetin birlik ve bütünlüğünü bozmuş, âlim ve mürşitlerle halkın ilişkisini menfî yönde etkilemiş, karşılıklı güveni sarsmış, hattâ bazen ortadan kaldırmıştır. Günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı, kimi zaman bakanlığa, kimi zaman başbakanlığa bağlı bir devlet dairesidir; yâni devletin yönetim ve güdümüne tâbîdir. Lâik devletin bir din kurumunu yönetim ve güdümü altına alması dünyanın sekizinci harikası olarak bizde bulunmaktadır. Diyanet'in bu konumundan memnun olmak mümkün değildir.
Din hizmetlerini yürütecek bir kuruma ihtiyaç -her zaman, her yerde ve her rejimde- vardır, ancak bu kurumun konumu ve statüsü bizdekinden farklı olmalıdır.

Sizin de bildiğiniz gibi, kimi müslümanlar Diyanet İşleri'ni tasvip ederken, kimileri de çeşitli uygulamalarına karşı çıkmaktadırlar. Bu farklılık sizce nereden kaynaklanıyor? Müslümanların Diyanet İşleri'ne bakışını değerlendirip, yukarıdaki tablonun ileride ne gibi sorunlara yol açabileceğini açıklar mısınız? Sizce bu doğal mıdır?
Din hizmetlerinin bir düzen ve bütünlük içinde yürütülebilmesi için gerekli bulunan "bir kuruma" karşı olmak makûl ve meşrû değildir. Müslümanlar böyle bir kuruma değil, bu kurum olmak iddiasında bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı'na; bunun konumuna ve statüsüne karşı olabilirler ve bunda da büyük ölçüde haklıdırlar. Türkiye'de iktidarlarla beraber Diyanet İşleri Başkanları değişir, başkanlarla beraber dairenin ileri gelen elemanları yedinci dereceden zelzeleye marûz kalır, arkasından sıra taşra teşkîlatına gelir; müftüler, vâizler, imamlar, kurs öğreticileri (tabîî bir kısmı) tedirgin edilir, vazifeden alınır, sürülür, nakledilir. Personelin nakil ve tayini konusunda siyasî baskılar yapılır. Başkanlığın dinbilimi uzmanları, dünyada ve ülkede cereyan eden olaylar karşısında dînin hükmünü, kendi görüş ve yorumlarını serbestçe açıklama imkânından mahrumdurlar. Üstelik zaman zaman belli bir görüş ve uygulamanın tasdiki yönünde zorlandıkları olmuştur. Aynı kısıtlamalar taşrada eğitim ve öğretim hizmetlerini yürüten elemanlar için de söz konusudur. Bütün bunları gören, din görevlileri ile beraber yaşayan halkın, mevcut konumu ve statüsü ile bu daireye hoş bakmaması beklenebilir bir tavırdır. Bu tavır ve karşı tavırlar, halkın sevgi ve saygı ile bağlı bulunması gereken bir kurum ile onun mensuplarını -meşrûiyet, gereklilik ve yeterlilik açılarından- tartışma sâhası içine sokar, kurum bir kere tartışma konusu olunca arkasından yıpranma gelecek, yıpranmayı güvenin sarsılması takip edecek, nihayet halk bu ihtiyacı karşılamak üzere başka mercilere yönelecektir.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bugünkü statüsünden memnun musunuz, özerk olmasını ister misiniz, özerk olması ne kazandırır, ne kaybettirir?...
Hangi rejimde olursa olsun din eğitimi, öğretimi ve diğer dînî hizmetleri ihtivâ eden "diyanet kurumu" bağımsız olmalıdır. İran'a yaptığım bir inceleme ve araştırma gezisinde bir âyetullah ile yaptığımız sohbette kendilerinin aynı şuur ve uygulama içinde olduklarını hayret ve takdirle öğrenmiştik. Âyetullah "Bugün İran bir şerîat devleti olabilir, karar ve uygulamalarında İslâm'a uygun davranabilir, ama yarın ne olacağı belli olmaz, her hâlükârda rûhânî teşkîlatın; yani din eğitimi, öğretimi ve hizmeti veren şahıs ve kurumların müstakil olması, hükûmete bağlı bulunmaması, hatta onu İslâm adına denetlemesi gerekir, biz de böyleyiz, bu statüyü korumaya devam edeceğiz; biz malî bakımdan da, ilmî ve idârî yönlerden de hükûmetlere bağlı değiliz ve böyle kalacağız" diyordu. Bence diyanet hizmetleri her zaman ve her yerde hükûmetlerden bağımsız olmalı, ilmî, idârî ve mâlî özerkliğe sahip bulunmalıdır. Ancak köprünün altından bunca su aktıktan ve Türkiye'de malûm sosyo-kültürel tablo oluştuktan sonra bir sıçrayışta Diyaneti özerk hâle getirmek iyilik mi, kötülük mü getirir sorusuna gelince durup düşünmek gerekiyor. Kanâatimize göre bu hedefe bir zaman ve tedbirler süreci içinde, aşamalı olarak yürümek gerekir. Aksi hâlde büyük kargaşa ve dînî tabirle "fitne" çıkar. İlk aşamada seçim sistemi getirilmelidir. Burada seçmen ve adayların vasıfları, seçim şekli gibi detaylara girmeden prensip olarak "seçim" üzerinde duruyoruz. Diyanet İşleri Başkanı, din-bilimi uzmanları, müftü, vâiz ve imamlar seçimle tayin edilmelidirler. Teşkîlatta seçimle iş başına gelmiş bulunan en üst makam, alttakileri doldururken mutlaka ilgililerin rızâsını esas almalıdır; bunun da yolu seçimden geçer. İkinci aşamada devlet, diyanet hizmetlerine müdâhaleden kesin olarak vazgeçmelidir. Üçüncü aşamada meselâ vaktiyle din ve diyanet hizmetlerine tahsis edilmiş vakıflar belirlenerek bunların yeniden diyanete devredilmesi suretiyle, bu yeterli olmazsa başka kaynaklar bulunarak mâlî özerkliğe geçilmelidir. Bunu da diğer aşamalar takip etmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumu ve işlevi sizce nasıl olmalıdır? Bu konuda sizin bir öneriniz var mıdır?
Efendim, bizi mazûr göreceğinizi umarak, bir soru da konunun dışından sormak istiyoruz..
Diyanet hizmetleri (eğitim, öğretim, teşkîlât, yönetim, rehberlik...) yukarıda açıklanan özellikler içinde tek ve bütün bir teşkîlât çerçevesinde yürütülmelidir. Teşkîlât içinde örgün ve yaygın din eğitimi ve öğretiminin bütün nevileri (okul öncesi, okul, halk eğitimi, tasavvuf okullarının yaptığı mânevî eğitim) yer almış olmalıdır. Teşkîlât din hizmetlilerinin seçimle işbaşına gelmesine nezaret etmeli, bütçeyi yapmalı, personelin diğer işleri ile de meşgul olmalıdır. İçinde oluşturacağı birime, dînî-ilmî inceleme ve araştırmalar yaptırmalı, bu konuda diğer ilim kurumları ile işbirliği yapmalı, araştırma sonuçlarını uygun vâsıtalarla halka ulaştırmalı, önemli dînî ve sosyal konularda görüş ve fikir oluşturup bunu serbestçe açıklayabilmelidir.

Özellikle ordumuzda olmak üzere bazı kesimler inançlı insanların çok üstüne gidiyorlar. Bilindiği gibi ordu içinde inançlı insanlara karşı alınmış bir tavır var.
Namaz kıldıkları için askerî okullardan atılmaları Hava Kuvvetleri'nden ihraçlar izledi. Bunların ardından "Gümüş Yüzük Operasyonu" başlatıldı. Son olarak da, Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan gizli bir emirle, eşleri başörtülü olan subay ve astsubayların sıkı bir takibe alınması istendi.
Bütün bu olanları siz nasıl değerlendiriyorsunuz? İnançlı insanların bu kadar üstlerine gidilmesi sizce bir korkudan mı kaynaklanıyor? Yoksa başka bir sebebi mi var? Kendinize göre açıklar mısınız?
Ülkemizde orduda, bazı eğitim ve öğr
etim kurumları ile devlet dairelerinde dindarlara baskı yapıldığı, namaz kılmalarına, oruç tutmalarına, İslâm'ın emrettiği şekilde giyinmelerine, haramlardan sakınmalarına engel olunduğu, bunlara imkân verilmediği, ısrar edenlerin vazifeden atılmak, terfî edememek, sürgüne gönderilmek gibi cezâlara maruz kaldıkları artık herkesin bildiği bir gerçektir. Bu tutum karşısında en azından şunların söylenmesi faydalı olur kanâatindeyim:
a) Toplumları birbirinden ayıran, onları ayrı milletler yapan özellik kültürdür. Kültürün en önemli, hattâ bazı zaman ve zeminlerde belirleyici unsuru ise dindir. Bizim kültürümüzü dinden arındırmak, soyutlamak, onun dinle alâkasını kesmek mümkün değildir; bunun peşinde koşmak hayalin peşinde koşmak demektir. Koşanların elde edecekleri sonuç hüsrandır, çoğunluğun nefretini kazanmaktır, dışlanmaktır. Cumhuriyet aydınlarından bu tutumu benimseyenlerin, yetmiş yıllık tecrübeden de faydalanarak durumlarını yeniden muhâkeme etmelerinin, tuttukları yanlış yoldan dönmelerinin zamanı gelmiştir. Bir toplum içinde elbette dine inananlar ve inanmayanlar, inandığı dînin gereklerini yerine getirenler ve getirmeyenler olacaktır. Bu farklılık, karşılıklı hoşgörü ve anlayış içinde millî birlik ve bütünlüğü bozmaz. Ancak çoğunluğun benimsediği ve yaşadığı dîne, dînî hayata karşı çıkmak, zaman içinde dîne bağlılığın ve inancın zayıflamasını sağlayacak tedbirler almak, bunları alırken bazı maske ve tabuların arkasına sığınmak, milletten oy veya vergi isterken Allah'tan, dinden bahsetmek, bunları aldıktan sonra -onların oylarıyla sağlanan iktidarı ve vergileriyle sağlanan ekonomik gücü- onların uğrunda can vermeye hazır oldukları değerlerini yok etmek için kullanmak... işte bunlar millî birlik ve bütünlüğü bozar. Yığınlar bir süre ümit eder, sabreder, bekler; ama asla aldanmaz, aldatılamaz ve unutmaz. Umut kırıklıkları öfkeye, öfke kine dönüşebilir. Bir toplumun bir kısım aydınları ve yöneticileri ile halkı arasında bu çeşit menfî duyguların oluşması kadar millî birlik ve bütünlüğe zarar verecek bir başka şey düşünülemez. Bu sebeple milletini ve memleketini seven aydınlar, şahsî kanâat ve tutum farklarına bakmadan bir masa etrafında toplanmak, bizi millet yapan, biz yapan ve hâlâ ayakta tutan değerlerimizi -ortak millî değerlerimizi- tesbit etmek ve bunları yetişen nesillere aktarmak için tedbirler almak, millî eğitim ve öğretimi buna göre planlamak durumundadırlar. Böyle yapmaz da ellerine geçirdikleri imkânları, bu değerleri yok etme yönünde kullanırlarsa azınlığın çoğunluğa tahakkümü ve demokrasi adı altında baskı rejimi uygalanmış olur.
b) Milletimizin gözbebeği ordusu, mensuplarının dînî davranışlarını engellemek bir yana, bunu özendirmenin tedbirlerini almalıdır; çünkü belki genellikle bütün milletlerin, fakat kesin olarak bizim milletimizin hayatından dîni çıkardığınız zaman, ona vatan ve millet sevgisini, yüce amaçlar uğrunda fedâkârlık şuûrunu, ahlâkî fazîlet ve davranışları kazandıracak bir başka dayanak bulamazsınız. Dîni, imanı olmayan insan ne savaşabilir, ne vatanı bekler, ne de zafer kazanır! İnsanın din ve imanı ise, ancak ona inanma ve inancını yaşama imkânı verdiğiniz zaman olur. Diğer kurumlar da temel insan hak ve hürriyetlerine ve özellikle din ve vicdan hürriyetine saygının bir gereği olarak soruda anılan tutumlarını terketmek durumundadırlar.
c) İnanan ve inancının gereğini yerine getiren insanlara bazı kurum ve kuruluşlarda baskı yapılmasının -söylenen veya söylenmeyen- bir gerekçesi de lâikliği, lâik düzeni korumaktır. Bu davranışlara izin verildiği, müsâmaha edildiği takdirde çığ gibi büyüyeceği, milleti ve özellikle yeni yetişen nesli saracağı, iman ve ibâdet müslümanlığının arkasından düzen müslümanlığının (fundamentalizmin) geleceği sanılmakta, bundan endişe duyulmaktadır. Burada, milletin çoğunluğunun istediği bir sosyal değişmeye, ne adına olursa olsun, topla, tüfekle, cezâ ile karşı çıkmanın demokrasiye, insan haklarına, hattâ lâiklik ilkesine sığıp sığmadığını tartışacak değiliz. Ancak şu noktaya işaret etmeden de geçemeyeceğiz: Gerek Cumhuriyetten önce ve gerekse Cumhuriyet devri boyunca müslümanlar, muhtemel sonuç ne olursa olsun içlerinde, İslâm'a inanmayanları, onun istediği bir hayatı yaşamayanları barındırmış, onlara hayat ve gelişme hakkı vermiş, onlara karşı hoşgörülü davranmışlardır. Gerçek mânâda çoğulcu toplum, müslüman toplumdur; yabancı kültürleri koruyan, hattâ yok olmamaları için tedbirler alan kültür ve medeniyet İslâm medeniyetidir. İslâm, kendini koruyabilmek amacıyle insan hak ve hürriyetlerini hiçbir zaman çiğnememiştir. Bu tutumu benimsemeyen, ne amaçla olursa olsun insanlara baskı yapan, hakları çiğneyen bir kültür, bir zihniyet, adına "çağdaş, ileri, medenî" denilse de ilkeldir, gayr-i insânîdir. Batı kültürü ve medeniyeti, iddiâların aksine asla çoğulcu değildir; bütün yerli ve yerel kültürleri yok etmiş, genel çizgileriyle tek bir Batı kültürünü dünyanın önemli bir bölgesinde hâkim kılmıştır; amacı geri kalan kültürleri de yok etmek ve bütün dünyayı kendine benzetmektir. İçimizde bu cereyanı benimseyen, bu benzemeye can atanlar olabilir. Bu tabiî ise, karşı çıkanların, öz kültürünü koruyarak çağdaşlaşmak isteyenlerin bulunması da tabîîdir. Öz kültürü belirleyen unsurun din olduğunu yukarıda zikretmiştik. Din dahil, kültürümüzü yok etmek, başka kültürlerin içinde eritmek isteyenler bu hakkı kendilerinde görüyorlarsa, buna cesaret edebiliyorlarsa, millet çoğunluğunun da buna karşı direnmeyi, kültürlerini korumak için elden geleni geriye koymamayı en tabîî ve temel hakları olarak görmelerini yadırgamamak gerekir. Yollar bu ölçüde ayrılınca karşımıza iki çözüm çıkar: çatışma ve uzlaşma. Çatışma kimseye fayda getirmez, milletini ve memleketini sevenler bunu göze alamazlar. O hâlde çözüm tektir: uzlaşma. Uzlaşmanın ilk adımı, vazgeçilmez şartı, tarafların "dediğim dedik" tavrından vazgeçmeleri, yeniden durum muhâkemesi yapmaları, gerçek mânâda çoğulcu sistemi benimsemeleri, birbirlerine hoşgörü ile bakmaya alışmaları ve en önemlisi her birinin diğerine hayat hakkı tanımasıdır. Dünyanın gözü üzerimizde iken modernist ve gelenekçi aydınlarımız, iç ve dış düşmanlarımızın oyunlarına gelmemeli, her sâhada millî mutabakat zeminleri oluşturmalı ve uygulamaları bu zeminlere oturtmalıdırlar.



18. Altınoluk, Nisan, 1992.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: