HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Şeriat Soruşturmasına Cevap

1. "Şeriat düzeni" tabiri etrafında yürütülen tartışmaları sağlıklı bulmuyorum; çünkü bu tartışma yanlış yerlerde, yanlış kişiler arasında ve yanlış bir usûl ile yapılıyor. Bu yanlışlarla dolu tartışma sebebiyle milletimiz "şeriat düzenine taraftar olanlar" ve "şeriat düzenine karşı olanlar" şeklinde ikiye ayrılmak üzeredir. Hemen tamamı müslüman olan bir milletin kısmen de olsa böyle bir ayrılma ve kırılma noktasına gelmesine sebep olan tartışmalara sağlıklı demek mümkün değildir.
2. Dînî edebiyatımızda ve ilmî kaynaklarımızda "din, millet ve şeriat" kelimeleri aynı mahiyeti farklı bakış açılarına göre ifade etmek için kullanılmıştır. Allah Teâlâ'nın peygamberleri ile gönderdiği bilgi ve talimat bütününe, iman ve itâat edilmesi gerekli bulunduğu için "din", yazılı olduğu veya insanları belli bir çerçeve içinde topladığı için "millet", takip edilmesi gereken yol, uyulması gerekli kurallar bütünü olduğu için de "şeriat" denilmiştir. Buna göre şeriat dindir, İslâm şeriatı da İslâm dînidir. Din terimini değişme kabûl etmeyen inanç ve amel hükümlerine, şeriat terimini ise değişebilir din hükümlerine ve kurallarına tahsis edenler varsa da böyle bir tahsisin geleneğimizde dayanağı yoktur. Şeriat değişen ve değişmeyen, inanca ait olan ve amel ile ilgili bulunan bütün dînî hükümlerin ve talimatın adıdır. Geleneğimizde şeri'at, dar mânâda amelî hükümleri (ibâdet ve hukuk), hattâ yalnızca hukûku ifade etmek için de kullanılmıştır.
3. "Şer'î hukûkun tümüyle uygulanma şartları" müslüman insanların var olması ve uygulamanın mümkün bulunmasıdır. Müslüman olmayan veya müslüman olduğu hâlde İslâm Hukûkunu uygulamayan bir toplum içinde yaşayan müslüman, mümkün olan alan ve ilişkilerde şer'î hukûku uygulamakla yükümlüdür. Çünkü Allah Teâlâ bu hükümleri (bağlayıcı olan din kurallarını) inananlar onları hayatlarında uygulasınlar diye göndermiş, pek çok âyet ve hadîste bu uygulama emredilmiş, uygulamayanlar için müeyyideler öngörülmüştür. Böyle bir toplumda müslümanların sayısı çoğaldığı nisbette şer'î hukûkun uygulanması yoğunluk kazanır; yalnızca rejimin müeyyide koyarak engellediği noktalarda müslümanlar hukuklarını uygulayamazlar. Müslümanların çoğalması, güçlenmesi, şuurlanması iktidara gelmelerine yeterli seviyeye ulaşınca seçilmiş müslüman temsilciler iktidara gelir, ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu şartları göz önünde tutarak, bir geçiş dönemi sürecinde, giderek bütünleşen ve tamamlanan bir uygulamayı gerçekleştirirler. Şer'î hukûkun (İslâm Hukûkunun) uygulanması demek, bütün vatandaşların zorla müslümanlaştırılması demek değildir. Şer'î hukûkun uygulandığı bir ülkede inanmayanlar ve müslüman olmayanlar da bulunabilir, tarihte de bulunmuşlardır, ülkede onların da hayat hakları başta olmak üzere birtakım hakları ve hürriyetleri vardır. Bunlar şer'î hukûka uygun olarak kanunlaştırılır, herkes kanûnî haklarını alır, yükümlülüklerini yerine getirir, böylece hak ve hukuk devleti gerçekleşmiş olur.
Tarihte bu uygulamanın "tam mânâsıyle" gerçekleştiği dönemler olmuştur, Hz. Peygamber (s.a.v.), Raşid Halifeler, Ömer b. Abdulaziz gibi yöneticiler bu dönemleri gerçekleştiren örneklerdir. Şer'î hukûkun tam olarak uygulanamadığı dönemlerin baş sebebi İslâm'a aykırı olan saltanat ve istibdad rejimidir. Saltanat dışındaki bütün alanlarda ve ilişkilerde İslâm Hukûkunun uygulandığı dönemler çok olmuştur, bu dönemlerin eksik olan kısmı saltanatla ilgili olan kısımdır. Bugün saltanat ve istibdad yönetimleri birer birer çökmekte ve tarihe karışmaktadır, gün ve çağ İslâm Hukûkunun bütünü ile uygulanması için daha müsait bir konuma gelmektedir.
4. Şer'î hukukla lâik hukûkun birleştiği ve ayrıldığı noktalar üzerinde durmak, konuyu bu çerçeveye oturtmak yanıltıcı, hattâ saptırıcı olabilir. Hareket noktası lâikliğin niçin ve neye karşı ortaya çıktığını tesbit olmalıdır. Lâiklik kiliseye ve ayrı bir sınıf teşkil eden din adamlarına, bunların hâkimiyet ve otoritesine karşı bir başkaldırıştır. İlâhî bir irşâda sahip olmadan, kendi akıl ve arzularının mahsullerini insanlara ilâhî diye dayatan, Batı toplumunu maddî ve mânevî olarak büyük sıkıntılara sokan din adamlarının otoritesini kilise içine hasretmek, kilisenin devlet ve toplum üzerindeki otoritesine son vermek üzere tasarlanan lâiklik ilkesi büyük mücadeleler sonunda başarıya ulaşmış, uygulama alanı bulmuş ve bu mânâda din ile devleti, toplum düzenini belirleyen otoriteyi birbirinden ayırmıştır. İslâm'da ise din adamları sınıfı yoktur, âlim ve cahil vardır, cahiller için de öğrenme imkânı, hattâ belli bir seviyeye kadar mecbûriyeti vardır. Her müslüman beraber namaz kıldığı cemâate imam olabilir, burada öncelik bir sınıfa mensup olana değil, ahlâk ve bilgice üstün olana aittir. Müslümanların elinde, Allah Teala'nın bildirdiklerini ve istediklerini ihtiva eden, Allah'a ait olduğunda hiçbir şüphe bulunmayan, fert ve toplum olarak bütün müslümanların uymak, dinlemek, izlemek mecbûriyetinde oldukları bir kitapları (Kur'ân-ı Kerîm) vardır. Allah Rasulü'nün (s.a.v.) uygulaması ve sünneti, talimatı açıklayan ve tamamlayan ikinci kaynaktır. Bu kaynaklara uyup uymamak -müslümanlar için- serbest değildir, müslüman uymayı tâahhüt eden, Allah irâdesine ve buyruğuna boyun eğendir. Bu sebeple müslümanlar ibâdet hayatlarını öğrenip düzenlerken nasıl ve ne kadar dîne (Kitap ve Sünnete) uyacaklarsa, dünya hayatlarını (siyâsî, sosyal, iktisadî, hukûkî, ahlâkî, estetik...) öğrenip uygularken de aynı bağlayıcı kaynaklara o kadar tâbî olacaklardır. Bu kaynakların açık bıraktığı, insanlığın ve medeniyetin gelişmesi ile değişmeye açık tuttuğu alanlarda ve konularda ictihada başvurulacak, mevcut hükümlerin ve talimatın ışığında, onların işaret, delalet, rûh ve amaçlarından hareketle yeni hükümlere ve bilgilere ulaşılacaktır. Bu anlayış ve davranış biçimi ile lâiklik anlayışını bir kefeye koymak, birbirine yaklaştırmak mümkün değildir. İslâm Hukûku ile lâik hukuklar arasındaki bazı benzerlikler, ortak hükümler insan fıtratını yansıtan ve ondan kaynaklanan tabiî hukuk kurallarıdır, bu noktalarda insanlık ilâhî irâdeyi fıtrî akıl yoluyla yakalamış demektir, ancak bu diğer noktalarda (farklı hükümlerde) lâik aklın isabet ettiği mânâsına gelmez.
5. Şeriat belli bir devlet modelini öngörseydi ancak o modelin uygulandığı, uygulanabildiği zaman ve mekânlarda insanlara doğru yolu gösterecek, onları hayra, selâha ve saadete yöneltecekti. Şeriat devlet modeli yerine ilkeler ve amaçlar getirmiştir. Devletin amacı, fonksiyonu iç ve dış güvenliği korumak, hayatın, malın (özel ve kamu kesimlerine ait servetin), aklın, dînin ve neslin korunmasını sağlamak, bu amaçları gerçekleştirebilmek için zarûrî bulunan iyi ahlâkı ve sosyal adaleti (adil paylaşımı) yaygınlaştırmak, muhtemel tehditlere karşı en üstün ilmî, teknolojik ve askerî gücü hazırlamak, hak dînin hakimiyeti için mücadele etmektir. Devlet yasamada, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet kaynaklarını temel referans olarak kullanacak, iktidarı vekalet yoluyla yönetici veya yöneticilere emânet eden halkın veya temsilcilerinin denetimine açık olacak ve işlerini danışma ile yürütecektir (Yöneticiler diktaya, istibdada sapmayacaklardır). İşte bu amaç ve ilkeleri ihtivâ eden, gerçekleştirmeye yönelen her model şeriata uygundur.
Temel hak ve hürriyetlerin insan olmaya bağlı bulunanlarının tamamı (statü hakları) İslâm'da mevcuttur. Ehliyet ve liyâkâte bağlı olan insan haklarında, İslâm'ın rûh ve amaçlarına bağlı liyâkât şartları vardır, bu şartlara sahip olmanın yolu herkese açıktır (fırsat eşitliği), lâyık ve ehil olan hakkını alır. İslâm insanı kendini (insanın bilgi ve değerlendirme kâbiliyetini) kendine yeterli (Allah'ın irşâdından müstağni) kabûl etmediği için ferdî hürriyete bazı kısıtlamalar getirmiştir, fert dünyada ve ahirette kendine zarar verecek davranışlarında hür ve serbest değildir. Rûh ve beden sağlığına zarar verdiği için alkollü içkileri ve uyuşturucu nesneleri kullanamaz, ailenin ve neslin korunmasını olumsuz etkilediği için zînâ edemez, toplum ahlâkını bozacağı, zînâyı teşvik edeceği için müstehcen davranışlarda bulunamaz, ekonomik, sosyal ve ahlâkî zararları bulunduğu için faizcilik, kumar, rüşvet, stokçuluk, aldatma, hîle, gasb vb. yollardan mal ve para elde edip kullanamaz, Allah yasakladığı için müslüman domuz eti yiyemez, müslüman kadın, gayr-i müslim erkek ile evlenemez... Bütün sistemlerde ferdin hürriyeti sınırsız değildir, "başkalarına zarar veren veya genel ahlâka aykırı olan" davranışlar yasaktır. İslâm'ın bu çerçevedeki yasakları ve kısıtlamaları da hem çok değildir, hem de her birinin hikmetleri, ferde ve topluma faydaları vardır. Fertler günah, ayıp ve yasak olan fiilleri açıkta, alenî olarak işleyemezler, gizlide işlenen bu gibi fiillerin hesabı kul ile Allah arasındadır, yönetim özel hayatı, gizlilikleri ortaya çıkarmak için faaliyet gösteremez. İslâm toplumunda ibâdet, hizmet, hayır ve fazîlet açık; (varsa) ayıp, günah ve yasak gizlidir. (Kamuya zarar vermesi ihtimalî bulunmadıkça) kimsenin gizlisi araştırılmaz.
Demokraside iki önemli unsur vardır:
a) İktidara halkın oyları ile gelmek, seçenlerin denetimine açık olmak, onların oyları ile gitmek, iktidarı halk adına kullanmak (yani ya doğrudan, yahut da temsilcileri vasıtasıyle halkın kendi kendini idare etmesi).
b) Hakimiyetin kayıtsız şartsız halka veya millete ait bulunması. Bu iki unsurdan birincisi İslâm'a aykırı değildir, ikincisi aykırıdır; hakimiyet İslâm'da da ümmete aittir, ancak mutlak değil, Allah Teâlâ'nın irâdesinin temsilcileri olarak. Allah'ın irâdesini bilmenin yolu O'nun dînine başvurmaktır. O'nun irâdesi ile ümmetin irâdesi (olmaz ya) birbirine ters düşerse hâkim olan Allah'ın irâdesidir.
6. Şeriat denildiği zaman Suudî Arabistan, İran ve Pakistan gibi örneklerin verilmesi tamamen yanlış ve isabetsiz değildir. Bu ülkeler devleti ve toplumu İslâmlaştırmak üzere yola çıkmışlardır, birtakım denemeler yapmışlardır ve yapmaktadırlar; bunların kimi başarılı olmuştur, kimi olmamıştır; kimi samimiyetle İslâm'ın bütününe taliptir, kimi yöneticilerin ve ortaklarının menfâatlerine aykırı olmayan ölçülerde İslâmlaşmaya taliptir, bu arada halk, aydınlar ve yöneticilerin faklı talepleri ve anlayışları olabilmektedir. Ülkelerin ve toplumların tarihî, sosyal, ekonomik, kültürel şart ve vaziyetleri de farklı anlayış, uygulama ve denemelere kaynaklık etmektedir. Durum ne olursa olsun bir bütün olarak İslâmlaşmaya talip olan, bunu gerçekleştirmek üzere yola koyulup faaliyet gösteren toplum modellerini, gerçekleştirebildikleri İslâmlaşma nisbeti ne olursa olsun İslâmî modelin deneyimleri, renkleri ve kısmen de olsa uygulanışı olarak görmek gerekir.
7. Birleşik Devletler'de 1910 yılından itibaren The Fundamentals (temeller) isimli bir seri yayımlanmaya başlanmıştı; bu seri, modernlikle her türlü uzlaşmayı reddeden Protestan ilâhiyatçıların 90 makalesini ihtivâ ediyordu. 1920'li yıllarda bir lise biyoloji öğretmeninin yaratılış inancına aykırı bulunan bir kitabı derste okutması üzerine patlak veren olaylar ve tepkiler (Scopes olayı) sonunda fundamentalist terimi Amerikan günlük diline girdi. Burada modernizm ve liberalizme karşı kendini gösteren fundamentalizm "İncil'in yanılmazlığı, Hz. İsa'nın (a.s) yüceliği, hayat-ölüm arasındaki etkileşim, İsa'nın (a.s) dirilişi ile rûhun selâmete ereceği" inançlarını ihitiva ediyor ve inananlara, henüz iman etmemiş olanları dâvet görevi veriyordu. İkinci Dünya Savaşından sonra fundamentalizm siyâsî sahnedeki en gerici akımlarla ve Soğuk Savaşın güçlü anti-komünistleriyle birleşti. Aynı inancı paylaşan Evanjelikler siyasetten uzak durdukları ve toplumu tabandan Hıristiyanlaştırmak için çalıştıkları hâlde fundamentalistler siyasete giriyor ve toplumu tepeden Hıristiyanlaştırmayı önceliyorlardı. Bunlara göre insanî hukuk yüce (ilâhî) hukûku çiğnediğinde yurttaşlar yasalara uymayabilirdi.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın daha çok ikinci yarısında İslâm dünyasında toplumu İslâmlaştırma hareketleri ivme kazandı. Bu hareketler de iki ayrı istikamette seyrediyordu:
a) Aşağıdan yukarıya (ihyacılar, ıslâhatçılar, toplumu eğiterek İslâmlaşmayı önceleyenler); b) Yukarıdan aşağıya (devrimciler, iktidarı ele geçirerek İslâmlaşmayı sağlama yolunu seçenler).
Bu İslâmî hareketlerle hiristiyan ve yahudi topluluklarındaki emsaller arasında benzerlik kuran bazı yazarlar birinci usûle "yeni fundamentalizm", ikinci usûle "fundamentalizm" adını vermişlerdir. Bu kelimeyi, toplumu bütün yönleriyle (siyasî, sosyal, kültürel...) İslâmlaştırmayı hedefleyen bütün İslâmî hareketler için kullanan yazarlar, keza yalnızca şiddet ve devrim yanlısı olan hareketlere tahsis edenler vardır.
Fransız yazar Olivier Roy, fundamentalizmi şöyle açıklamaktadır: "Ulema ve mollalar, siyasal sistemin niteliğini sorgulamadan, şeriatın tam anlamıyle yürürlüğe konmasını talep etmektedirler. Olumsuz açıdan lâikliğe, yani iktidar odağına belli bir yer açan bu tavrı, kelimenin dar anlamıyle fundamentalizm olarak adlandıracağız."5
Bize dışarıdan gelen bu terimin tarihî gelişimini kısaca gördükten sonra şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür: İslâmlaşmayı, yalnızca iman, ibâdet ve ahlâkta müslüman olmak, müslümanca yaşamak değil de, fert ve toplum hayatının bütününde İslâm'ın talimatı dışına çıkmamak, hayatın bütününü müslümanca yaşamak olarak alanlar, böyle kabûl edenler ve bunun için gayret gösterenler, gayret göstermeyi dînî bir vecîbe bilenler doğru yoldadırlar, doğru İslâm anlayışı budur. Fundamentalist ve şeriatçı terimleri bu müslümanları ifade ediyorsa İslâm'a göre makbûl, salih, iyi insanları ifade diyor demektir. İslâm'ı böyle anlamayan ve böyle uygulamayan müslümanların anlayışı hatâlıdır, eksiltir; imkân buldukları hâlde İslâm'ı eksik uygulayanlar günah işlemekte, -Allah affetmediği takdirde- cezâyı haketmektedirler. Doğru ve bütün İslâm anlayış ve uygulamasını hayata geçirmek için çeşitli yollar ve usûller denenmiştir, hâlen de denenmektedir. İyi niyet, ilim, ehliyet ve istişare ile bir yol tutup da bunda başarıya ulaşamayanlar kınanamaz. Onların denemelerinden sonuçlar çıkarılarak daha uygun yollar ve usûller denenir. Bu yol ve usûllerin içinde İslâm'a aykırı olanı bulunamaz (kullanılamaz), gâye -meşrû olmayan- aracı meşrû kılamaz. Allah'ın izin verdiği veya istediği kesin olarak bilinmedikçe inanan, inanmayan hiçbir kimsenin malına, canına, namusuna, haysiyet ve şerefine dokunulamaz, zarar verilemez. Fundamentalizm terimi, İslâm'da meşrû ve caiz olmayan bir İslâmlaştırma yolu ve yöntemi mânâsında kullanılıyorsa bununla ittiham edilen şahıs ve grupların açıkça belirtilmesi ve kanıtların ortaya konması gerekir. Aksi hâlde kasıtlı bir kavram kargaşası çıkarılarak müslümanlar arasına fitne salınmak isteniyor ve müslümanların bölünmesi hedefleniyor olabilir.
8. Türkiye'deki lâiklik ve şeriat tartışmalarının bir siyasî parti ile irtibatlandırılması bazı çevrelere aittir. Diğer bazıları lâikliğe karşı olan hareket ve oluşların çerçevesini daha geniş tutmakta, toplum hayatının bütün kademelerinde inancına göre yaşamak isteyen müslümanları "lâikliğe aykırı davranmakla" suçlamaktadırlar. İmam-Hatip Liselerinin çoğalmasını, örtünen kadınların sayılarının artmasını, basında ve diğer medyada müslümanların da boy göstermelerini... şeriatın ayak sesleri olarak değerlendirmektedirler. Bir partiyi şeriatçılıkla, anti-lâisizmle suçlayanlar, İslâm'ın demokratik yoldan da olsa iktidara gelmesini istemeyen ve bundan korkanlar olmalıdır. Onlara göre İslâm (şeriat) iktidara gelirse demokrasi ve insan hakları ortadan kalkacak ve toplum Ortaçağın karanlığına saplanacaktır. Böyle bir korkuyu taşıyanlara şunlar söylenebilir:
a) Ortaçağda Batı toplumlarının, İslâm dışındaki dinlerin ve bunlara bağlı olanların ilmî ve medenî seviyeleri ile müslümanlarınki mukayese edilmelidir. Böyle bir araştırmanın sonucu şu olacaktır ve olmuştur: Ortaçağ Avrupa'sını karanlıktan ve bataklıktan çıkaranlar müslümanlardır, İslâm medeniyetidir.
b) Yukarıda yazılanları özetlemek gerekirse İslâm, insan haklarını ve "halkın yönetimi işbaşına getirmesi, denetlemesi, yönetime katılması ve gerektiğinde iktidarın eldeğiştirmesini sağlaması" mânâsındaki demokrasiyi ortadan kaldırmaz. Bu anlayış ve uygulamaları insanlığa hediye eden İslâm'dır. Delil isteyenler İslâm'ın ilk kırk yılındaki yönetim biçimine, Medine Site Devleti Anayasasına (Medine Vesikasına) ve Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Veda Hutbesine bakabilirler.



5. O. Roy, Siyasal İslâm'ın İflası, s. 48; ayrıca bkz. G. Kepel, Tanrının İntikamı, İst. 1992.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: