HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


İslâm Hukûkunda Devlet, Fert ve İnsan Hakları
I. Devlet
İslâm'da mefhum, muhtevâ, şekil ve fonksiyon (kavram, içerik, biçim ve işlev) açılarından devlet, iki ana kaynak olan "Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet" yanında, fıkıh kitaplarının "kazâ, siyer, imâmet, bağy (devlete isyan) salât, zekât, velâyet" bölümlerinde ele alınmış, ayrıca "el-ahkâmu's-sultaniyye, es-siyâse-tü'ş-şer'iyye ve kelâm" kitaplarında işlenmiştir. İslâm dünyasında modern hukuk sistematiği benimsendikten sonra ise devlet ve anayasa hukûku (nizâmu'd-devle, nizâmu'l-hukm) hukûkun ayrı bir bıranşı hâline gelmiş ve müstakil kitapların konusu olmuştur.
Başlangıçtan yirminci asra kadar İslâm'ın devletle ilgisi, başka bir deyişle devletin İslâm bütünü içinde yer almış olduğu inancı ve görüşü tartışma dışı tutulmuş, yalnızca bu ilişkinin şekil ve şümulü tartışılmıştır. Asrımızın başlarından itibaren İslâm dünyasında Batının etkisi güçlendikçe, tartışma konularının içine "İslâm'ın devlet ile ilgisi" de girmiş, bu konuya müsbet ve menfî olarak karşıt yönlerden yaklaşan taraflar ortaya çıkmıştır. Tâhâ Hüseyn, Ali Abdurrâzık gibi modernistler, İslâm'da devletin ve hükûmetin şekli, ilgili kurumlar ve bunlarla ilgili düzenlemelerin eksik olduğundan hareket ederek "İslâm'da devlet ve İslâmî devlet"ten söz edilemeyeceğini, dînin hedefinin iman, ibâdet ve ahlâktan ibâret bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.1 Buna karşı geçmiş ulemânın tamamı, çağdaş İslâm hukukçularının da büyük ekseriyeti İslâm'ın belli nitelikleri bulunan bir devleti öngördüğü, bunu gerçekleştirmeyi müslümanlara vazife kıldığı tezini savunmuşlar, buna delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'te devletin unsurları ve vazifeleri ile ilgili bulunan âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) uygulamasını ve zarûret prensibini göstermişlerdir. Bu delillerden ilk ikisi aşağıda genişçe arzedilecektir. Zarûret prensibinden maksat ise, İslâm'ın fert ve toplumla ilgili amaçlarının, bu amaçlara yönelmiş bir devlet bulunmadan gerçekleşmesinin imkânsız olmasıdır. "İhtiyaç genel olsun, özel olsun, zarûret sayılır."2 Müslümanların maddî ve mânevî varlıklarını, değerlerini korumaya, düzene ve adâlete ihtiyaçları vardır; bu ihtiyaç neyi gerektiriyorsa (kurum, kuruluş vb.) onu gerçekleştirmek dînî vazifedir; "farzı (vâcibi) tamamlayan şey de farzdır" cümlesi, fıkıhta bir genel kaidedir. Bu tezi haklı olarak savunanlara göre kaynaklarda devlet ve hükûmetin şekli, kurumların detayları ile ilgili bilgi ve talîmatın bulunmaması ihmâl değil, hikmet eseridir; hikmet ise müslümanlara, içinde bulundukları şartlara uygun olarak amaca ulaştıran şekli seçme imkânı vermekten ibarettir.

II. Fert
Fert insan teki demektir. İslâm'da ferdin yeri ve değerinden maksat da toplumu teşkil eden insanların, topluma, devlete ve diğer varlıklara nisbetle kâinattaki yeri ve değeridir. "İnsan nedir ve niçin vardır?" sorusuna verilen farklı cevaplar, insan hakkındaki değer hükmüne de temel teşkil etmektedir.

İslâm'da insanın mahiyet ve değeri:
Maddeci düşünceye göre maddenin başı ve sonu yoktur, madde ezelden beri vardır, değişim ve bileşimler sonucu canlılar, canlıların maymun nev'inden veya benzeri bir hayvandan da insan oluşmuştur. İnsanın maddeyi aşan bir boyutu yoktur.
İslâm iman ve düşüncesine göre başı ve sonu olmayan (ezelî ve ebedî) tek varlık Allah'tır. Allah Teâlâ maddî ve madde ötesi bütün âlemleri yok iken yaratmış, var etmiştir. Birleşme, değişme, gelişme ve bozulma da O'nun koyduğu, irâdesine tâbi bulunan kanunlar dahilinde olmaktadır. O dileseydi insan, tekâmül yoluyla hayvandan gelirdi, bu da insanın değerini küçültmezdi, ancak böyle dilememiş, hayvanları genellikle ayrı türler hâlinde yarattığı gibi insanı da özel bir topraktan ve çamurdan insan olarak yaratmış, erkekli dişili kılmış, bunların aile bağı içinde birleşmeleri ile insan neslinin çoğalmasını ve devamını sağlamıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği, insana mahsus nefis ve ruh sahibi olmasıdır. Nefis, her bir insan için ayrı ayrı yaratılmış, maddî olmayan, insanın hayatı boyunca bedeninde gelişen ve özellikler kazanan, ölümden sonra da devam eden, berzahta ve âhirette, dünyada kazandığı özelliklere göre muâmele görecek olan varlıktır. Günlük dilde buna da ruh denilmektedir, bazı ilmî kaynaklarda da ruh ile nefis aynı şeymiş gibi telâkkî edilmiştir.3 Ancak Şah Veliyyullah Dıhlevî'nin (v. 1176/1762) kısmen özetleyerek sunacağımız, hem ilme, hem de mânevî tecrübeye ve müşahedeye dayalı olarak verdiği şu bilgiler ruh ve nefsin farklı şeyler olduğunu açıkça göstermektedir:
"Rûhun anlayabildiğimiz ilk gerçekliği canlıda hayatın onunla başladığıdır, rûh ona üflendiği zaman canlı olur, rûh ondan ayrıldığı zaman da ölü olur... İyi dikkat edildiğinde bu rûhun, vücudu meydana getiren unsurların özel bir terkîbinin sonucu olduğu, bu terkip oluşunca hayatın, çözülünce de ölümün meydana geldiği anlaşılır. Bu, rûhun ilk bakışta anlaşılan mahiyetidir, gerçeğe yönelik düşünce bakımından ise rûhun en alt sıradaki tezahürüdür. Bu mânada rûh, güldeki esans, kömürdeki ateş (kâbiliyeti) gibidir. Sonra düşünce daha derinlere yöneltildiğinde bu rûhun gerçek rûhun bir bineği, bir ilişki maddesi olduğu anlaşılır. İnsanın gerek bedeni ve gerekse biyolojik rûhu binlerce defa değiştiği (genç, yaşlı, âlim, cahil, büyük, küçük... olduğu) hâlde, kişiyi kendisi yapan hakîki rûh değişmez, aynı kalır. Hakîki rûh -ki bunu Allah Teâlâ kendi rûhundan üflediği için ilâhî ve kudsî rûh adını alır- tek, bölünmez bir hakîkat, nûrânî bir noktadır, insanın biyolojik ve psikolojik değişmeleri gerçek rûhu değiştirmez, o küçükte nasıl ise büyükte de öyledir, siyahta nasıl ise, beyazda da öyledir... Beden, nesemenin bineği olması bakımından kudsî rûhun hem bedenle hem de hevâî rûhla (neseme, biyo-psikolojik rûh, nefis-H.K.) özel ilişkisi vardır. Kudsî rûh, mukaddes âlemden açılmış küçük bir penceredir, o pencereden, nesemenin elde edeceği istidâda göre (nûr ve feyiz) gelir. Değişiklik toprağa ve bedene bağlı kâbiliyetlerden kaynaklanmaktadır; tıpkı güneşin çamaşırı ağartırken çamaşırcıyı karartması gibi. Tarafımızdan sağlam iç tecrübe ve müşâhede ile anlaşılmıştır ki, ölüm, nesemenin -bedenin onu doğuran kâbiliyet ve imkânlarını kaybetmesi sonucu- bedenden ayrılmasıdır, yoksa kudsî rûhun nesemeden ayrılması değildir (ölümle kudsî rûh nesemeden ayrılmaz). Hastalık, kaza vb. sebeplerle nesemenin terkibi çözülünce ondan bir parça (sanki bir çekirdek-H.K.) kalır... Önce berzah âleminde kudsî rûhun nesemeye teması sonucu, onda bir nevi duyu ve idrâk ile misal âlemine mahsus beden hâsıl olur, berzah âlemi neseme üzerinde hükmünü icrâ eder. Sonra yeniden dirilişte ilâhî rûh bütün nesemelere feyiz (akım) gönderir, bu sayede his, idrâk ve beden (ya cismî beden, yahut da misâl ile cisim arası bir beden) hâsıl olur, arkasından Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) bildirdiği âhiret hâlleri cereyan eder... Neseme ilâhî rûh ile toprak kökenli beden arasında bir berzah (ara varlık) mahiyetinde olduğu için onun bir yönü ilâhî rûha bakar ve bu melekiyyettir (insanın melek yönüdür); bir yönü de toprağa bakar, bu da onun behîmî (diğer hayvanlarla ortak) yönüdür. Bu ilim dalında rûh bu kadar bilinir, rûhun daha derin bilgisini ona mahsus başka ilim dallarına bırakarak bahsimize devam edelim..."4
Bu açıklama, ilâhî ve kudsî rûh ile -ki dînin asıl kaynaklarında geçen ilâhî rûhtan maksat budur- bazı yazarların rûh adını verdikleri neseme; bizim deyişimizle biyo-psikolojik rûh veya nefis arasındaki farkı ortaya koymuş bulunmaktadır. İşte her insan için ayrı ayrı yaratılmış bulunan, dünya hayatında, beden içinde mukaddes âleme dönük yüzünü geliştirerek, mânevî tekâmülünü tamamlayarak meleklerden üstün olabilen, yahut bedene ve toprağa dönük yönünü geliştirerek yırtıcı hayvanlardan daha aşağı seviyelere inebilen bu nesemedir, yahut bu nesemeye dahil bir unsurdur:
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına attık, fakat iman edip salih amel işleyenler müstesnâ..."5
Şâh Veliyyullah'ın bir başka açıklamasına göre nefis şekillenmeye ve renklenmeye müsait bir madde gibi (heyûlânî olarak) yaratılır, sonra hayat içinde her an kuvveden (istidât ve kâbiliyetten) fiile (oluşma ve gerçekleşmeye) intikâl eder, bu değişme ve şekillenmeyi düşünce ve davranışlar (ameli) sağlar; bu bir süreçtir, bir önceki bir sonrakinin sebebi olan bir zincirdir, böylece amel ile nefis, artık birbirinden ayrılmamak üzere bütünleşmiş olurlar: "Her insanın amelini (tâirini, yapıp ettiklerini) boynuna doladık, kıyâmet günü onu, açılmış bir kitap olarak bulmak üzere insanın önüne çıkarırız."6 Misal âleminde her insanın bir sûreti (modeli) vardır. Allah'ın elest bezminde kullarından söz (mîsâk) alırken zuhur eden sûret, işte bu misal âlemindeki sûret nevindendir.7 İnsan yeryüzünde yaratılınca (dünyaya gelince) misal âlemindeki sûreti ona giydirilir ve onunla birleşir. Misal âlemindeki sûreti ile birleşen nefis, dünya hayatını bitirdikten sonra neseme olarak veya neseme ile beraber âhiret hayatına başlar, oraya uygun vücût elbisesini giyerek dünyada kazandığı sıfat ve hâllere uygun tecellîler ve işlemler sürecine tâbî olur.8
Rûh ve nefisle ilgili olarak gelmiş bulunan şu âyetler yukarıdaki anlayışa temel teşkil etmektedir:
"O Allah ki, yarattığı her şeyi mükemmel yaratmıştır, insanı çamurdan yaratmaya başlamıştır. Sonra onun üreyip devam etmesini dayanıksız bir suyun içinden çıkandan (spermden) sağlamıştır. Sonra onu tamamlamış, ona rûhundan üfürmüştür ve size kulaklar, gözler ve gönüller vermiştir; ne kadar az şükrediyorsunuz!"9
"Kıyâmet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin, âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şahit kıldı (yahut onlara kendileri hakkında şuur verdi), 'Sizin Rabbiniz değil miyim?' dedi, onlar da 'Evet Rabbimizsin, buna şahit olduk' dediler."10
"... Nefsimi temize çıkaramam, çünkü Rabbimin esirgediği hariç, nefis, durmadan kötülüğe çeker..."11
"Her nefis, dünyada kazandığına karşılık bir rehin (gibi)dir."12
"Kendini kınayan (ettiğine pişman
olan, kendini hesaba çeken) nefse yemin ederim ki..."13
"Ey huzur ve kemâle ermiş nefis! O senden, sen O'ndan hoşnut olarak Rabbine dön, kullarımın arasına dahil ol, cennetime gir!"14
"Nefse ve ona özelliklerini verene; ona kötü olmasını da, iyi olmasını da ilham edene (fıtratına bu kabiliyeti koyana) yemin ederim ki..."15
Kur'ân âyetleri ile bunlara dayalı yorumlardan, mânevî tekâmül yolculuğunu belli noktalara ulaştırmış Allah kullarının tecrübe ve müşâhedelerinden anlaşıldığı üzere insan, yalnız beden ve maddeden ibâret olmayıp, "beden, nefis ve rûh" üçlüsünden oluşmuş, bir yönü ile yere ve toprağa ait, diğer yönü ile de semâya ve madde ötesi kutsal âlemlere ait müstesnâ bir varlıktır. Yaratılması ve dünya hayatı Allah'a kulluk içindir, kulluk imtihanını kazanmak üzere, yaşadığı müddetçe Rasûl'ün (s.a.v.) izinden yürüyerek kendini geliştirmek, ebedî hayat ve mutluluğunu kendi irâdesi ve imkânları ile hazırlamak içindir.16 Bu özellikleri, aynı zamanda, İslâm'da insanın değeri konusunda da yeterli bilgi ve fikri vermektedir. İnsanın gerek bedenî ve gerekse mânevî yapısının, bilhassa donanım ve kabiliyetler açısından ele alındığında, İslâm'da ne denli değerli olduğunu ifade eden daha başka delil ve açıklamalar vardır:
a) Allah Teâlâ yarattıkları içinde yalnızca insana, önemli bir bilgi kaynağı olarak akıl ve bir yandan fazîlet, diğer yandan sorumluluk mesnedi olarak irâde vermiştir.
b) Ahlâkî sorumluluğu da ihtivâ eden emaneti Allah Teâlâ göklere ve yere teklîf etmiş, bunlar yüklenememiş, ama insan yüklenmiştir.17
c) Özellikleri ve kâbiliyetleri sebebiyle yeryüzünde halîfe olmaya insanı lâyık gören Yaratıcı, meleklerin -nefsini terbiye edememiş insanlarda görülecek kötülükleri ileri sürerek- tereddütlerini bildirmeleri üzerine, "bunda yalnızca Kendisinin bildiği sır ve hikmetlerin bulunduğunu" ifade buyurmuştur.18
d) Yaratıcı, insanların babası Âdem'e bütün isimleri öğretmiş, böylece insanlara kâinatı tanıma ve bildiğini ifade etme imkânı bahşetmiştir.19 Allah Teâlâ, Âdem'e verdiği bu bilgiyi ve kâbiliyeti meleklere tanıtmış, onlar kendilerinde bunun bulunmadığını görüp itirâf ederek insanın yaratılması ve halîfe kılınmasındaki ilk hikmeti idrâk etmişlerdir.
e) Mutlak hikmet sahibi Yaratıcı, Âdem'i yaratınca, meleklere hitaben ona secde etmelerini buyurmuş, bütün melekler Âdem'e secde etmişlerdir.20 Burada secde ibâdet olarak yine Allah'adır, çünkü O emrettiği için yapılmıştır; ancak insanın namzet olduğu yüceliğe ve kemâle meleklerin dahi saygı göstermelerinin istenmesi, insan için ölçüsüz bir şereftir.
f) İnsanı insan yapan rûh ve nefsin, dünya hayatında kulluk imtihanını verebilmek, insan için takdir buyrulmuş olan kemâl noktasına ulaşabilmek için bedene ihtiyaçları vardır. Bu sebeple insanın bedeni, yaşarken de, öldükten sonra de değerlidir, saygıya lâyıktır ve hakları vardır. İbâdet bedeni zayıf düşürmeye, uzuvları sakatlamaya, acı ve güçlüğe sebep olmayacaktır; böyle bir ihtimâl bulunduğunda ruhsatlar, kolaylıklar devreye girer, bedene zarar verdiği hâlde azimette (ruhsatsız ibâdette) ısrar günahtır. Fark gözetilmeksizin bütün insanların bedeni dokunulmazdır, bedene zarar verilmesi hâlinde kısas ve tazminât şeklinde konmuş cezâlar vardır, ana rahmine düştüğü andan itibaren insanın varlığı (hayatı) korunur, hayata yönelik suçlar için caydırıcı cezalar öngörülmüştür, insan öldükten sonra cesedi itinâ ile yıkanır, kefenlenir, namazı kılınır, incitmeden defnedilir, kazıda çıkan insan kemikleri saygı ile mezara defnedilir, bedenin sahibi olan insan veya (ölümü hâlinde) yakınları izin vermedikçe ve bu izne ek olarak önemli bir fayda ve zarûret bulunmadıkça hiçbir kimse, insanın bedeni ve cesedi üzerinde tasarrufta bulunamaz.
g) İnsanın maddî ve mânevî üstün vasıfları, değeri ve kâbiliyetleri sebebiyle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur21: "Biz gerçekten insanı değerli (mükerrem) kıldık, onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine rızıkların iyilerinden verdik ve onları, yarattıklarımızın çoğundan kat kat üstün kıldık."22

Devlet ve toplum karşısında fert:
Ferdiyetçi düşünce ve sistemler ferdin hak ve hürriyetlerine öncelik vermişler; bu konudaki aşırılık ise, bencillik, sömürü ve anarşi doğurmuştur. Toplumcu ve devletçi düşünceler, sistemler ise sömürü ve anarşiyi önleyelim derken ferdin hürriyet ve kişiliğini yok etmiş, insanı madde boyutuna hapsetmişlerdir. Bu aşırı ve karşıt düşünceler, uygulamalar birbirine tesir etmiş, tez, antitez, sentez sürecinde ortaya, önce siyâsî ve hukûkî, sonra iktisâdî ve sosyal yönleriyle "insan hakları" kavramı, düzenlemeleri çıkmıştır.
İslâm'ı, aşırı ferdiyetçi veya toplumcu sistemlerden birinin içine koymak mümkün değildir. İslâm ferd-devlet (ve toplum) ilişkilerinde dengeyi öngören, şahsiyetçi bir sistem oluşturmuştur. İnsanda yaratılan nefis, biri kudsî ve ilâhî (rûh), diğeri hayvânî ve beşerî iki temel eğilim arasında güdü, duygu, heyecan, akıl ve irâdesi ile bir yön bulmaya çalışır, her bir nefis kendine mahsus bir şekil ve renge bürünür, böylece standart bir insan (fert) olmaktan çıkarak kişi (şahıs) olur, şahsiyet kazanır: "De ki, herkes kendi şahsiyetine (şâkilesine) göre davranır, kimin yolunun daha doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır."23 Ferdiyetçiliğin hedefi mutlak hürriyettir, şahsiyetçiliğin hedefi ise mânevî tekâmülü sağlamaya, dünyaya geliş maksadını gerçekleştirmeye yarayacak ve yetecek kadar hürriyettir.
"Yaşamak belirli bir şekil ve niteliğe, varolan ve duyulabilen bir kişiselliğe sahip olmaktır. Sayısız canlı şekle sahip olan bu "varolan ve duyulabilen kişisellik"te Hakiki Zât, vücudunun (varlığının) sonsuz zenginliklerini belli eder. Bununla beraber her biri gözünü, kendi imkânlarının doğmasına dikerek ve kendi hakimiyetini arayarak ferdiyetlerin ortaya çıkması, hâliyle ve çaresiz olarak peşisıra yüzyılların korkunç mücadelesini sürükler... Kişiliğin derinleşip aynı zamanda hata ve kötülük imkânlarını açan şahsiyet hâlini aldığı insanoğlunda, hayat faciâsı duygusu daha şiddetli bir şekil alır. Ancak hayatı bir zât veya benlik olarak kabûl etmek, bunun bitimliliği ve geçiciliğinden doğan bütün eksiklikleri de kabûl etmek anlamına gelir. Onun için Kur'ân-ı Kerîm diyor ki, şahsiyet öyle ağır bir emânettir ki, bunu kaldıramayacaklarını gökler ve dağlar bile söylemişlerdi, ama insanoğlu kendini tehlikeye atarak bu ağır yükü kaldırmayı kabûl etti."24
"İnsanın akıbeti ne olursa olsun o, kişiliğini asla kaybetmeyecektir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre insanın en büyük mutluluğu kişiliğini ve geçiciliğini (fânîliğini) yitirmesi değildir. İnsanın bitmeyen mükâfatının (ecrun gayru-memnûn) anlamı, nefsini kontrol etme yegâneliği ve bir benlik olarak faaliyetinin daha da gelişmesi ve gücünü arttırmasıdır. Hatta Kıyâmet Gününden hemen önce meydana gelecek olan evrensel imhâ manzarası bile, tam bir nefis terbiyesi almış olan ego veya benliğin, mükemmel sükûnet ve metânetini zerre kadar etkilemeyecektir.25 Belli ki bu şekilde müstesnâ olacak kimseler, benlikleri en çok terbiye görmüş ve zirveye ulaşmış kişiler olacaklardır. Bu gelişmenin kemâline, ancak her şeye egemen olan ego ile doğrudan temas hâlinde olduğumuz zaman bile kendi öz kişiliğimizi ayakta tuttuğumuz takdirde erişebiliriz."26
"Varlığın kuvvetli ve sabit bir düğümü olarak insan vücûdu biyolojik canlılığın üzerinde apaçık bir gerçek olarak kendini ortaya koyar, fakat o ne tam bitkisel, ne de tam hayvansaldır; vücut yaşar ve varlığın kaba, işlenmemiş mevcudiyetini aşar, bir oluşa doğru gider. Olurken de şahsiyet kazanır; yani eşyadan seçilip ayrılır, kendi zâtının, şahsının şuuruna ulaşır. İnsan nasıl fizyolojik yapısı icabı nefes almak mecbûriyetinde ise, fizyolojiden gelmeyen bir zarûretle de şahsiyetini tamamlamaya, ilâhî irâdeyi dînî hareketlerle tatmine ve Allah'ın bize çizdiği yolu izlemeye kendini mecbur hisseder..."
"İslâm şahsiyetçiliği şahsı ilk veri (donné) olarak düşündüğünden onu rûhî bir 'monade' kabûl etmemiştir. Şahıs bütünlüğe ermiş bir varlıktır; yaşayan bir madde, akılla donatılmış bir vücutta var olan bir rûhtur. Rûh ve şahıs birbirinden ayrı da olsalar, bir bütünün parçası, zarfın mazrufu (içindeki) gibidirler. Dînî karakterde olmasına rağmen İslâm şahsiyetçiliği, evleviyetle rûha veya tersine, vücûda üstünlük tanıyan her teolojiyi reddeder. İnanmak, her şeyi ile bağlanmak demektir. Bununla beraber sözkonusu bağlanma, ferdin sadece mânevî iklimine tâbî değil, aynı zamanda toplumun ve bütün insanlığın içinde yaşadığı maddî, objektif şartlara da bağlıdır. İnsanla, âlemin geri kalanı arasında, insan şahsı lehine işleyen bir gâiyet (finalite) hüküm sürmektedir. Allah âlemleri, eşya ve varlıkları insan için yaratmıştır."27
"İçinde insanın, tüm insanların kişisel ve politik hayatlarının her hareketi, Allah'ın varlığı ve eylemi tarafından oturtulmuş ve bu gerçek ilk ve eksiksiz toplum biçimi (ilk örnek İslâm toplumu); içinde insanın aşkın boyutundan, kendi yapısı içinde bile soyutlanmadığı ve her insanın bütün diğer insanların geleceğinden kişisel olarak sorumlu olduğunun içten duygusuna sahip olduğu bu toplum, kendi içinde, ölmekte olan Batı uygarlığının iki hastalığını aşma vaadini taşır:
a) İnsanın aşkın boyutunu gözönünde bulundurmayarak, bilimi bilimciliğe, tekniği teknokrasiye, politikayı Makyavelizme çevirdiği için, amaç yokluğundan sonu umutsuzluğa varan pozitivizmi.
b) Sonu herkesin herkesle savaşına ve 'korku dengelerine' varan bireyselciliği."28
İslâm'da yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait bulunduğu için "emir ve hüküm" çerçevesine giren "hak ve vazife" belirleme işi de Allah'a aittir. Hak ve vazifeyi belirleme işini bir fert veya zümre, yahut da toplum yerine Allah'ın üzerine almış bulunması, bir tarafa öncelik ve ağırlık verilerek diğer tarafın ezilmesini, haksızlığa uğramasını önlemektedir. Adâlet herkese hakkını vermek, dengeyi sağlamaktır. Allah Teâlâ haksızlığı kendine de, kullarına da haram kılmış ve pek çok âyette adâleti emretmiştir.
İslâm ferdi ve toplumu ayrı ayrı tanımış, muhâtap almış, karşılıklı durumlarını, hak ve vazifelerini belirlemiş, her iki tarafın şahsiyet ve hukûkunu korumuştur.
Ferdî sorumluluk konusunda şu âyetler dikkat çekicidir:
"Her insanın amelini boynuna doladık. Bunu kıyâmet gününde onun önüne, açık olarak bulacağı bir kitap şeklinde çıkarırız. (Ve şöyle deriz): Kitabını oku, bugün sana hesap sorucu olarak kendin yeter(sin). Doğru yolu seçen ancak kendisi için seçmiş olur, doğru yoldan sapan da ancak kendi zararına sapmış olur. Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez (herkes kendi ettiğinin cezâsını çeker). Biz bir peygamber göndermedikçe cezâ verici değiliz (kanunsuz cezâ olmaz)"29
"Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Sizin üzerinizde ortaklarımız sandığınız şefââtçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz..."30
Şu âyetler de İslâm toplumunun yapı ve özelliklerini ortaya koymaktadır:
"İşte böylece, sizin insanlara şahit olmanız, Rasûl'ün de size şahit olması için, sizi örnek bir ümmet kıldık..."31
"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..."32
"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'ân'a, İslâm'a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın; hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de, O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun lûtfu ile kardeş kimseler olmuştunuz... Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın..."33
İnsanın ferdî sorumluluğunu yerine getirebilmesi için hak ve hürriyete ihtiyacı vardır; bundan sonraki bahiste görüleceği üzere İslâm bunu ferde eksiksiz olarak vermiştir. Bunun yanında, İslâm toplumunun yapısı ve özellikleri gereği ferdin de, topluma yönelik vazife ve sorumlulukları vardır:
a) İlgili âyetlere ve hadîslere göre müslümanlar kardeştir, birbirine kenetlenmiş yapı taşları gibidir; bir vücûdun, bir yeri ağrıyınca diğer yerleri de rahatsız olan organları gibidir; bir gemide yolculuk eden, birileri gemiye zarar vermeye kalkışınca bunu önlemezlerse hepsi birden batacak olan yolcular gibidir. Toplumun fertleri birbirine ne doğrudan, ne de misilleme olarak zarar verebilirler...
b) Toplumda iyiliği (ma'rûfu) emretmek ve yaşatmak, kötülüğü (münkeri) menetmek ve ortadan kaldırmak, fert, toplum ve devlet olarak müslümanların vazifesidir ve İslâm'ın ictimâî bir sembolüdür. Kur'ân-ı Kerîm bu vazîfeden kaçınmayı, ictimâî sorumluluktan kaçma, isyan ve hakkı çiğneme olarak vasıflandırmış, böyle yapan toplumların acı akıbetlerinden söz etmiştir.34
c) Ferde ve topluma verilen haklar insanların fert ve toplum olarak menfâat ve ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamaktadır. Ancak menfâat ve ihtiyaçların çeliştiği, çatıştığı da bir gerçektir. Toplum veya bir grup için menfâat (mesâlih) olan bir şey, fert veya başka bir grup için zarar (mefâsid) olabilir. Eğer haklar ve menfâatler, fertlerin ve grupların istek ve arzularına göre verilirse çatışma, dengesizlik ve haksızlık kaçınılmaz olur. "Eğer hak, onların arzularına tâbî olsaydı gökler, yer ve buralarda bulunanların düzenleri bozulur, altüst olurdu."35 "Beşerî arzularını (hevâsını) tanrı edinmiş ve (böylece) Allah'ın kendisini saptırmış bulunduğu kimseyi doğrunun bilgisine sahip mi görüyorsun!"36 Bu sebeple Allah Teâlâ hakları, insanların beşerî arzularına, şahsî menfâatlerine göre değil, adâlet ve denge prensiplerine göre tevzî etmiştir; bunu yaparken insanlara hakkın az, yetersiz, buna karşı yükümlülüğün ağır ve sıkıcı gelmesine değil, ferd ve toplum hayatının denge ve düzen içinde yürümesine bakmıştır.37
d) İman ve ibâdet sırf Allah'ın kulları üzerindeki hakkı olduğu gibi, insanlar arası veya insan-eşya arası ilişkilerde söz konusu olan hak ve borçlarda da Allah'ın hakkı vardır. Bunlardan sırf kula ait olan hakları -ki bunlara da Allah verdiği için kul sahip olmuştur- alıp almamakta insan serbest olabilir (meselâ bir insan, diğerindeki alacağından vazgeçebilir). Başkasının ve toplumun kişi üzerindeki veya kişinin toplum üzerindeki hakları aynı zamanda Allah hakkı olduğu için borçlunun onlara riâyet konusunda serbestliği yoktur.38 Böylece topluma karşı ferdin, ferde karşı toplumun hakları ilâhî hukûkun koruması altına alınmış olmaktadır.
e) İnsanlara ait ödev ve yükümlülüklerin bir kısmı ferdîdir, teker teker kişilere aittir (aynî farz), bir kısmı da topluma bırakılmış, birilerinin yapması istenmiştir (kifâî farz). Bir toplumun, ilâhî muradı gerçekleştirme, yaratılış hikmetleri doğrultusunda gelişme için muhtaç oldukları her âlet, kurum, kuruluş, faaliyet, düzenleme... -ferdin yükümlülüğü dışına taşınca- ikinci neviden yükümlülük olur. İslâm toplumunda her ferd, bu yükümlülüğün toplumda yerine getirilip getirilmediğini kontrol ve takip etmek durumundadır; çünkü getirilmediği zaman (ülkede doyurulmayan aç, giydirilmeyen çıplak, tedâvi edilmeyen hasta, eğitim ve öğretim verilmeyen insan, savunulmayan sınır, önlenmeyen haksızlık, tepki görmeyen ahlâksızlık ve hayâsızlık, yolsuzluk, susuzluk... bulunduğu müddetçe) bütün fertler bundan teker teker (aynî farz gibi) sorumlu hâle gelmektedirler.39
f) İnsanlara, maddî ve mânevî değerleri tehlikeye düştüğünde meşrû müdâfaa hakkı verilmiş, korumak için başka çare kalmadığında (zarûret hâlinde) başkalarının haklarına el atıp, az zararla çok zararı giderme imkânı tanınmıştır. Meselâ acından ölme durumunda olan bir şahıs, kendisinde fazla yiyecek bulunduğu hâlde vermeyen şahıstan bu yiyeceği rızâsına bakmadan alabilir ve hayatını kurtarır. Burada hayat ve menfâatleri birbirine eşit iki şahıs sözkonusu idi. Toplumun ihtiyaç ve menfâati ile ferdin menfâati çatıştığı zaman ise genellikle toplum menfâatine öncelik verilmiştir; İbn Abdisselâm'ın (v. 669/1262) deyişiyle "... bir hayatı kurtarmak için diğerinin malını, rızâsına bakmadan almak caiz olur da binlerce insanın hayatını kurtarmak için bu caiz olmaz mı?"40 Kamu yararı ve ihtiyacı gerekli kıldığında devletin, yabancı kadınla evlenmek gibi bazı mübâh (helâl) şeyleri yasaklaması, önemli şahısların seyâhatlerine kısıtlama koyması (Hz. Ömer, büyük sahâbeden bazılarının Medîne'yi terketmelerini izne bağlamış, devletin kendilerine muhtaç olduğunu bildirmiştir), stokçuluğu ve sun'î fiyat artışlarını önleyici tedbirler alması ve müdâhalelerde bulunması, gerektiğinde vatan müdâfaası, sosyal adâlet gibi ihtiyaçları karşılamak üzere varlıklı kimselerden vergi alması bu prensibe bağlanmıştır.41

III. İnsan Hakları
Bu konudaki açıklamalar için şu kitabımıza bakınız: Mukayeseli İslâm Hukuku, I, 155-170



1. Tâhâ Huseyn, el-Fitnetü'l-kubrâ, s. 25; Alî Abdurrâzık, el-İslâm ve'l-usûlu'l-hükm, Kahire, 1925, s. 22, 46, 47, 78, 85, 90.
2. Mecelle, md. 32.
3. Şâh Veliyyullah, Hüccetullâhi'l-bâliğa, Kahire, ts., s. 38, 60; Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, İnsan Hakları Öğretisi, İst. 1988, s. 104, 119, 131, 153, 170, 229.
4. Şâh Veliyyullah, age., s. 38-40.
5. Tîn: 95/4-6.
6. İsrâ: 17/13.
7. A'râf: 7/172.
8. Şâh Veliyyullâh, age., s. 59-61.
9. Secde: 32/7-9.
10. A'râf: 7/172.
11. Yûsuf: 12/53.
12. Müddessir: 74/38.
13. Kıyâme:75/2.
14. Fecr: 89/27-30).
15. Şems: 91/7-8.
16. Zâriyât: 51/56; En'âm: 6/165; Hûd: 11/7; Mülk: 67/2.
17. Ahzâb: 33/72.
18. Bakara: 2/30.
19. Bakara: 2/31.
20. Bakara: 2/34; A'râf: 7/11.
21. İsrâ: 17/70.
22. İnsanın değeri hakkında bkz. İkbâl, İslâm'da Dînî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İst. 1984, s. 28-36, 113-125, 133, 159-169, 247; Garaudy, age., s. 20.
23. İsrâ: 17/84.
24. Ahzâb: 33/72.
25. Zümer: 39/68.
26. İkbâl, age., s. 123, 161.
27. Lehbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, İst. 1972, s. 43, 87.
28. Garaudy, age., s. 260.
29. İsrâ: 17/13-15.
30. En'âm: 6/94.
31. Bakara:2/143.
32. Âl-i İmrân: 3/10.
33. Âli İmrân: 3/103, 105.
34. Mâide: 5/78-80.
35. Mü'minûn: 23/71.
36. Câsiye: 45/23.
37. Şâtıbî, el-Muvâfakât, Kahire, nşr. Dırâz, c. II, s. 39, 40, 179.
38. Age., c. II, s. 179, 180.
39. Age., c. II, s. 176-180.
40. İzzuddîn b. Abdisselâm, Kavâ'idu'l-ahkâm, Kahire, 1968, c. II, s. 188.
41. Ferd-devlet ilişkisi için bkz. F. Osmân, age., s. 417; 133-146, 185, 194, 417; Dr. Abdulhamîd Mutevellî, Mebâdiu nizâmi'l-hükm..., İskenderiyye, 1978, s. 323, 337; Garaudy, age., s.126-130; Dr. M. el-Kutb, el-İslâm ve hukûku'l-insân, Kahire, 1984; Prof. Dr. Hatemi, age., s. 159, 184, 227, 300; Dr. H. Fevzî, en-Neccâr, Kahire, ts., s. 92; İkbâl, age., s. 119, 123, 133, 161.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: