HayrettinKaraman.net
Mobil - Metin Versiyonu

[Facebook] - [Twitter] - [YouTube] - [instagram]

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git

Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |


Yabancı Çevrelerde Helâl Kazancın Problemleri
Giriş:
1. Yabancı çevre kavramı:
"Yabancı çevre"den maksadımız, sosyal, siyasî, ekonomik ve hukukî hayatın, bunlarla ilgili düzenlemelerin ve müesseselerin İslâm dışı kaynaklara dayandığı çevredir. Lâik ülkeler ile sosyal hayatı İslâm dışı bir din veya ideolojiye göre düzenleyip yürüten ülkeler, toplum ve topluluklar "yabancı çevre" kavramına girmektedir.

2. Yabancı çevre-helâl kazanç ilişkisi:
Helâl kazanç, evde, mâbette veya dışarıda namaz kılmak gibi husûsî bir ibâdet mahiyetinde olsaydı, çevre ile önemli bir ölçüde etkileşimi söz konusu olmazdı. Halbuki helâl kazanç, ticarî, ekonomik ve hizmet sahasında yapılan bir faaliyet sonunda elde edilen gelirdir. Bir sistemin bu sahaları kaplayan bağlayıcı talimâtı varsa, faaliyet ve düzenlemeler yapılırken de mezkûr talimât göz önüne alınmamış bulunursa çatışmalar ve darboğazlar kaçınılmaz olacaktır. Hukukî, siyasî, sosyal ve ekonomik düzenlemelerin temel ve çerçevesini anayasalar oluşturmaktadır. Bir yandan anayasaların benimsediği rejim, diğer taraftan öngördüğü hak ve hürriyetler, İslâm'ın emir ve yasaklarına ters düştüğünde, helâl kazanç peşinde olan şahısların karşısına önemli engeller çıkmaktadır. Meselâ İslâm müctehidlerinin bir kısmına göre rejimi İslâm'a uygun bulunmayan ülkelerde müslümanların oturmaları, normal hayatlarını yaşamaları ve bu arada mal, mülk sahibi olmaları caiz değildir. Bu ülkelerde ancak zarûret sebebiyle ve bunun gerektirdiği kadar oturulabilir, faaliyet gösterilebilir. Hak ve hürriyetleri sınırlayan sebepler arasında genellikle "amme nizâmına ve umumi âdâba (ahlâka) aykırı olmak" vardır. İslâm'a göre resmî yerlerden izin alınmış olasa dahi fuhuş, sarhoşluk, çıplaklık amme nizâmına ve umumî âdâba aykırıdır. Bunların serbest bırakıldığı bir çevrede, üreticiler, tüccar ve esnaf rekâbet güçlüklerine marûz kalmaktadırlar. Bir bakkalın içki satmadan, bir konfeksiyoncunun haram giysi satmadan varlığını sürdürüp para kazanabilmesi için uygun çevreye ihtiyacı vardır. Sistem, çalışanın ibâdetine (meselâ oruç tutmasına, cuma namazı kılmasına, vakit namazlarını edâ etmesine) ve kılık kıyâfetine (meselâ İslâm'a göre kapatılması gereken yerlerin örtülmesine) bir zarûret bulunmadığı halde müdahale ediyorsa, dînini yaşamak iseteyen müslümanın çalışması ve iş bulması problem hâline gelmektedir.
Aşağıda, iş ve ticaret hayatında sıkça karşılaşılan sıkıntılar ve darboğazlar ile bunların çıkış yolları iki ayrı başlık altında ele alınacaktır.

I. Helâl kazanç yolundaki darboğazlar:
1. Enflâsyon:
Enflâsyonun önemli sebepleri yabancı çevreye dayanmaktadır. Bunların da başında karşılıksız para basmak, dış ticaret ve bütçe açığı, israf ve faiz vardır. İslâm'a göre zarûret bulunmadıkça devlet, karşılıksız para basamaz; çünkü bu, vatandaşların malvarlığını haksız olarak azaltmak, hatta müsadere etmek mahiyetindedir. Faiz bütün çeşitleri ile haramdır. Tüketimde israf da yasaktır. Bunların serbest bulunduğu, hatta teşvik edildiği bir ülkede ve sistem içinde mal karşılığı olmaksızın durmadan artan para enflâsyonu doğurur. Alacak ve borç ilişkilerinde taraflar, enflâsyonu göz önüne almak, borçlarını buna göre ödemek durumundadırlar. Enflâsyonun nisbetini, Allah'tan başka kimsenin bilmediği, bilenlerin de bildirmediği yerlerde haklar zâyî olmakta, borçlar ya fazla, ya eksik ödenmekte, haram yaygınlaşmaktadır.

2. Faiz:
Faizli ekonomi sistemlerinin hâkim olduğu çevrelerde faizsiz kredi ve sermaye bulmak, parayı faize bulaşmadan değerlendirmek bazen güç, bazen de imkânsız hâle gelir. İhtiyaç için olsun, sermaye temini için olsun bütün kredi talepleri, sudan bahanelerle geri çevrilir. Kâr ve zararda ortaklık esasına göre sermaye toplama yoluna gidenlerin karşısına "garantili faiz" engeli çıkar. İnanan, inanmayan herkes, faize eşit veya ondan fazla garantili kazanca göz diker, rizikoyu göze almak istemezler. Ellerinde para bulunup bunu bizzat ticaret ve yatırıma sevkedemiyenler, kâr ve zararda ortak güvenilir kurumlar ve şahıslar bulunamadığı için ya kazançtan mahrum kalır, paraları âtıl halde tutarlar, yahut da harama bulaşırlar. Bu çevrelerde, yolu bankadan geçmeyen işadamı bir yana, sade vatandaş bulmak mümkün değildir. İhrâcât, ithâlât, ihâle, şirket gibi faaliyetler bankasız yapılamadığı gibi para havâlesi, senet tahsili, mesken edinmek, hatta maaşını alabilmek için bile insanlar bankaya muhtaç hale getirilirler.

3. Rüşvet:
Göstermelik din ve ahlâk öğretimi bulunsa dahi, beşikten mezara kadar süren ve toplumun üzerinde birleştiği ortak değerlere dayanan din ve ahlâk eğitiminin bulunmadığı çevrelerde Allah korkusu ortadan kalkar, vicdan yetersiz hâle gelir, egoizm ve şahsî menfâat mabûtlaşır. Bu ortamda kimse hakkına râzı olmadığı, daha doğrusu hak kavramı kargaşaya geldiği için kanuna ve ahlâka aykırı yollardan menfâat sağlamak mârifet sayılmaya başlanır. Bu yolların başında da rüşvet vardır. Artık çocuğun kazâsız belasız doğmasından tutun, hastanın bakılmasına ve ölünün bir mezar bulunup gömülmesine kadar her şey, ancak piyasa râyici bulunan rüşveti ödemekle sağlanabilir. Bu ortamda, rüşveti haram sayan dînî ve ahlâkı bulunmayan kimselerle inancı ve ahlâkı yüzünden rüşvete yaklaşmayan kimselerin iş ve ticaret hayatında yarışmaları nasıl mümkün olacaktır?

4. Sigorta:
İslâm beklenmedik hâdiseler, kazâ, felâket ve afetler sebebiyle zarara uğrayan kimseyi ayağa kaldırmak üzere devleti ve toplum dayanışmasını öngörmüştür. Önce çeşitli topluluklar, iş kolları, gruplar kendi aralarında üyelik esasına göre, İslâmî sigorta kuruluşları oluşturacaklar, üyelerin fona ödedikleri aidat birikimi ile meydana gelen meblâğ kısmen yatırıma sevkedilecek, kısmen de üyelerin beklenmedik zararlarını karşılamak üzere rezervde tutulacaktır. Bunların yetişmediği yerlerde ise devlet devreye girecek ve özel fonundan zararı karşılayacaktır. Buna karşı faizli kapitalist ekonomilerde ücretli (primli) sigorta kurumları vardır. Çoğu banka ve bankerlere ait bulunan bu kurum ve kuruluşlar, çeşitli sigortalama şekilleri ile topladıkları primlerin bir kısmı ile sigorta taahhütlerini yerine getirirken, diğer önemli bir kısmını kendi kasalarına maletmektedirler. İnsanların güven ihtiyaçlarını ve gelecek korkularını istismar yoluyla şahsî kazanç sağlama esasına dayanan bu sigorta şeklini İslâm âlimleri caiz görmemişler, bunun yerine İslâmî sigortayı tavsiye etmişlerdir. İşte bu imkânın bulunmadığı çevrelerde, birçok iş ve hizmet için sigorta mecburiyeti bulunduğundan, müslümanların haksız ve haram kazanç sağlayan şirketlerin kucağına itilmeleri söz konusu olmaktadır.

5. Reklâm:
Yabancı çevrelerde reklâmlar, insanları tüketim delisi etmeye, isrâfı moda haline getirmeye yöneliktir. Ayrıca reklâmda kullanılan yöntemler de çoğu defa kadın ve yalanla yürümektedir. Bir yanda ürettiği veya sattığı mala, arzettiği hizmete bunlarla sürüm kazandıranlar; öte yanda "yalansız, yeminsiz, hîlesiz, kadınsız" mal satmaya, hizmet arzetmeye çalışanlar. İkinciler peşinen yarışı kaybetmiş olmazlar mı?

6. Şirketler:
Sanayi inkılâbı ve kapitalizmin ortaya çıkardığı büyük şirketlerde, yönetim, ortakların çoğunun irâdesi dışında yürütülmektedir. Şirketlerin hisse senetlerine sahip olanların hakkı, bu senetleri alıp satmanın ve yıllık gelirlerini almanın ötesine geçmemektedir. Şirket yönetimi, bu ortakların bağlı bulundukları din ve ahlâk icabı râzı olmadıkları, olamayacakları faaliyetlerde bulundukları, meselâ faizli kredi alıp verdikleri, rüşvete bulaştıkları, haksız rekâbette bulundukları, caiz olmayan şekliyle reklâm ve pazarlama yaptıkları... takdirde, ortaklar bundan sorumlu olduklarını hissetmekte, ortaklığı sürdürme konusunda zorlanmaktadırlar.

7. Haksız rekabet ve hîle:
Hz. Peygamber (s.a.v.) "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuş, üretici ile tüketici arasındaki vasıtaların, mal akışını ve fiyatları menfî mânâda etkileyen davranışlarını yasaklamış, satım akitlerine samimî alıcı yahut satıcı olarak değil de taraflara zarar vermek maksadıyla gelenleri kınamıştır. İslâm ahlâk ve ahkâmının dışında yaşayan çevrelerde, tüccar ve sanayici kesimleri içinde tarafların bazen kıran kırana savaştıklarını, birbirlerinin iflâsına, piyasadan çekilmesine yol açan davranışlarda bulunduklarını görüyoruz. Aynı şeyleri yapamıyan müslüman tüccar ve sanâyicinin bir başka sıkıntısı da bu yönden gelmektedir.
Bu darboğaz örneklerini daha da çoğaltmak mümkündür. Bunlarla yetinerek çözümler ve çıkış yollarını aradığımızda, eskiden yeniye ileri sürülmüş formüller ve farklı yaklaşımlarla karşılaşıyoruz.

II. Çözümler, çıkış yolları:
1. İş ve ticaret hayatından çekilmek:
İş ve ticaret hayatına, şurasından burasından mutlaka bir haram karıştığını düşünerek, dinde ihtiyat ve takvâ adına bu işlere girmemek, kendi irâde ve kontrolü içinde olup biten küçük işlerle meşgûl olarak geçim sağlamak birçok müslümanın takip ettiği yoldur. Bu davranış, ilk bakışta takvâya uygun ve makbûl bir hareket gibi gözüküyorsa da mânevî faydası fertlere münhasır kalmaktadır. Zararı ise topluma ve İslâm'ın geleceğine yöneliktir. Böyle bir yola girildiğinde sermaye, bilim, teknoloji İslâm'a karşı olan toplulukların eline geçecek, bu da toplum hayatında İslâm'ın sonu olacaktır.

2. Seçmek:
Ticaret ve ekonomik faaliyetler içinde haramın karışmadıklarını seçerek yalnızca bu dallarda faaliyet göstermek. Bu da yine birçok şuurlu müslümanın seçtiği bir yoldur. Bu yol, birincisine nisbetle daha aktif ve faydalı olmakla beraber, ekonomik ve ticarî hayat bir bütün olduğu için, yabancı çevrede haramın bulaşmadığı faaliyet sahaları bulmak imkânsız denecek derecede güçtür. Sistemin mecbur kıldığı yerlerde (meselâ sigorta, teminat mektubu, kredi alış-verişi dışında çeşitli banka muâmeleleri, rüşvet v.b.) haramdan uzak kalmak mümkün olmayacaktır.

3. İslâm'ı lâikleştirmek:
Bazı kesimler ve şahıslar, problemi kökten çözüme bağlamak maksadıyla İslâm-dünya hayatı ilişkisine yeni yorumlar getirmeyi denemektedirler. Bunların başında da "İslâm'ı lâikleştirme" teşebbüsü gelmektedir. Bu yaklaşıma göre İslâm "inanç, ibâdet ve ahlâk"tan ibarettir. Din prensip olarak dünya hayatına karışmaz; onu insanların kendi biliş ve buluşları ile yürütmelerini ister. Din kitaplarında dünya hayatı, siyâsî, hukûkî, ekonomik nizâm ile ilgili olarak yer alan talimât tavsiye niteliğindedir ve kitapların geldiği zaman yaşayan insanlarla ilgilidir... İş ve ticaret hayatı kendi kaide ve kanunlarına tâbîdir; bunlar neyi gerektiriyorsa o yapılır; yapılanların ahiretle, dinle, helâl ve haramla bir ilgisi yoktur..
Daha ziyade Hıristiyan Batıda gelişen lâiklik düşüncesinin, kültür emperyalizminin bir uzantısını ve İslâm dünyasına hulûlünü aksettiren bu görüşü İslâm ile bağdaştırmak mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm, doğumdan ölüme kadar insanın bütün hayatı, toplum nizâmının bütün cepheleri ile ilgili, kimi çerçeve mahiyetinde, kimi detaylı hükümler getirmiştir. Bunları getiren âyetlerde, zaman ve mekân üstü, mücerret ifadeler kullanılmış, uymayanlara dünya ve ahirette ağır cezalar takdir edilmiştir. Sünnet kaynağı da, hem ifade, hem de uygulama halinde aynı husûsu desteklemektedir. Örnek olarak faiz, yalan, rüşvet, hîle ve isrâfı alabiliriz. İslâm ilimlerinden ve Arapça'dan az-çok behresi olan birisi çıkıp da bunlar dünya hayatı, iş ve ticaret ile ilgili değildir, yahut da bunlar ilk devir toplumu ile ilgilidir diyebilir mi? Meseleye nasslar açısından baktığımızda varacağımız tek sonuç bu olduğu gibi eşyanın tabiatı da bizi aynı sonuca götürmektedir. Çünkü insanın davranış motifleri, inanç, düşünce, ahlâk ve alışkanlıklar olarak bir bütündür. Bir insanı mâbette ayrı, iş ve ticaret hayatında ayrı düşünmek, kişiliğini bölmek mümkün değildir. Ayrıca iman, ibâdet ve ahlâk olarak İslâm'ın varolabilmesi, gelişebilmesi, fert ve toplum hayatına yön vermesi (hidâyet, sırât-ı müstakîm) ancak uygun çevre içinde mümkün olacaktır. İşte dînin dünya hayatına düzenleyici olarak müdahalesinin asıl sebebini bu zarûret teşkil etmektedir. Haram para ve haram lokma ile yapılan ibâdetlerin makbûl olmadığını bildiren nasslar da bu gerçeğe ışık tutmaktadır.

4. Zarûret ruhsatından faydalanmak:
Zarûret, insanı istemediği bir davranışa iten, zorlayan durumdur. Bunu dînî hayata uyguladığımız zaman şöyle diyebiliriz: "Zarûret, müslümanı, haram kılınmış bir davranışa iten, zorlayan durumdur." Fıkıh âlimleri bu zorlayıcı durumun sınırlarını tesbit etmeye çalışmışlardır. Ortaya çıkan görüşleri "önemli ihtiyaçlar" çerçevesinde toplamak mümkündür. İnsanların ihtiyaçlarını: a) giderilmezse hemen ölüme sebep olan, b) giderilmezse uzun vâdede ölüme ve yok olmaya sebep olan, c) giderilmezse yalnızca lüksü ve rahatı ortadan kaldıran ihtiyaçlar şeklinde üçe ayırmak mümkündür. Bunlardan ilk ikisi zarûret sayılmış ve bunları karşılayan şeyler ve davranışlar, karşılayacak kadarı ile yetinmek şartıyla mübah görülmüştür. Ölümle tehdit edilen bir kimsenin İslâm'a aykırı bir söz söylemesi veya bir iş işlemesi birincisine, hastalık ve acının giderilmesi için haram kılınmış bazı nesnelerin yenilip içilmesi, avret yerlerinin doktora açılıp elletilmesi ikincisine örnektir. Yine fıkıhçılar, bir kimsenin haklı olan bir işini başka türlü gördürememesi sebebiyle rüşvet vermesinin caiz olduğunu da zarûret prensibine dayandırmışlardır. Zarûret ruhsatı, ilgili âyet ve hadîsler yanında şu hikmete dayanmaktadır: Allah Teâlâ insanları yaratmış, onlara akıl ve irade vermiş, bunları nasıl kullanacaklarını denemek üzere (imtihan için) dünya hayatını takdir buyurmuştur. İnsanların dünyada yaşayıp denemeden geçmeleri, asgarî hayat şartlarının teminine bağlıdır. Bu hayat şartlarının temini imkânsız veya güç hâle geldiği zaman ise Allah, kullarının derhal veya uzun vadede yok olmalarını değil, geçici olarak ilgili yasaklarını kaldırarak yaşamalarını murad etmiştir.
Zarûret prensibini konumuza uyguladığımız zaman karşımıza, biri ferde, diğeri topluma ait iki saha çıkar. Fert sahasında zarûret, ferdin temel ihtiyaçlarını (yiyecek, içecek, mesken, giyecek, tedâvi giderleri, gerektiğinde yolculuk ve taşınma giderleri...) sağladığı zaman son bulur; bunun ötesinde helâl-haram sınırını gözetmesi gerekir. Toplum sahasında ise zarûret, toplumun hayat ve gelişmesini sağlayacak asgarî şartların temini ile ortadan kalkar. Allah Teâlâ İslâm toplumuna, din ve millet düşmanlarının gözünü yıldıracak güce sahip olma vazifesini vermiştir. Bu gücün başında, askerî, ilmî, teknolojik ve ekonomik güç gelmektedir. Müslümanlar yabancı çevrelerin zorlatması sebebiyle "bazı yasakların geçici olarak kalkması" ruhsatından istifâde etmezlerse uzun vâdede zayıf düşmeye ve yok olmaya mahkûmdurlar. Bu sebeple, zarûret ortadan kalkıncaya kadar bu ruhsattan istifâde eder, oyunu çevrenin kurallarına göre oynayarak güçlenirler. Burada dikkat edilmesi gereken iki husûs vardır:
a) Topluma ait zarûretin kazancı (ruhsatı) da topluma ait olacaktır. İslâm toplumunun varlığını koruma ve güçlendirme maksadına yönelik ruhsatlardan istifâde ederek fertlerin zenginleşmesi ve bu servetleri kendilerine ve varislerine tahsis etmeleri caiz değildir.
b) Zarûret hali geçicidir, geçici olmalıdır. İslâm'ın öngördüğü düzen gerçekleştiğinde zarûretlerin hem sayısı, hem de süreleri asgarî boyutlara inecektir. Zarûret hâlini hava kirlenmesine benzetirsek, müslümanların vazifesi bu kirli havada yaşama ruhsatından faydalanarak rahat etmeye çalışmak değil, elde ettikleri imkânlarla havayı temizlemeye gayret etmektir. Bu temizleme hareketine iş ve ticaret sahasını seçerek katılan müslüman için helâl lokma -iş ve ticaretten kazancı ne olursa olsun- ortalama bir müslümanın lokması kadardır. Kazancın geri kalanı temizleme amacına tahsis edilecektir.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

 
Bu Kitapta: Önceki Başlık | Sonraki Başlık | İçindekiler |

Ana Sayfa | Hakkında | Makaleler | Kitaplar | Soru Konuları | Soru Listesi | Konuşmalar | Şiirler | Besteler | İndeks | Rastgele Oku | Yeniler | Geri Git | İleri Git



   


BULUNDUĞUNUZ SAYFAYI AŞAĞIDAKİ ARAÇLARLA KULLANABİLİRSİNİZ: